Samet Doğan: Hiçbir plan sizi hikayenin tam ortasına sürüklemez

​Samet Doğan.
​Samet Doğan.

Geçtiğimiz günlerde Ketebe Yayınları tarafından Beni Yemen’de İtalyana Benzetirler adlı romanı çıkan Samet Doğan ile savaş muhabirliği ve yazmak üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.

Kurmaca, hemen her zaman olduğu gibi yine sıkça tartışılıyor. Tabii bugünlerde işin içine bir de “post-hakikat” kavramı girdi. “Gerçek”; kurmacanın ve hayalin karşına “şüphe” ile konuyor sıklıkla. Ancak bunla birlikte bir de sosyal medya ve dijital platformalar var örneğin. Peki, siz böyle bir dönemde, kurmacayı nasıl bir yerde görüyor, nerede konumlandırıyorsunuz? Kurmaca böyle bir dönemde nasıl bir önem arz ediyor?

Kaotik ve karmaşık zamanlar yeni yollar ve yeni anlatım dilleri ortaya çıkarıyor.
Kaotik ve karmaşık zamanlar yeni yollar ve yeni anlatım dilleri ortaya çıkarıyor.

Ben gerçekliğe temas etmeyen metinlerle arayı bulabilmiş biri değilim. Bu yüzden gerçekliğin kurmacayla kıvrıldığı yollarda yürümeyi seviyorum. Hayal gücünün sınırlarında dolaşmayı da gerçekliğin insanın yüzüne bir tokat gibi inmesini de edebiyatın olmazsa olmazı addediyorum. Elbette bütün bunların göreceli tarafları var fakat, ülkemiz için konuşacak olursak insanların artık sadece içsel bunalımları okumaktan bıktığını da görüyoruz. Özetle bana göre edebiyat, hayal gücünün sınırlarında gerçeğin hemen dibinde olabilmeyi başarabilmektir.

Bugün geldiğimiz noktayı belki de “şeyleşme” olarak tanımlayabiliriz. Ya da bir tür hibritleşme. Olumlu ya da olumsuz görülebilir ama her şey birbiri içine girmiş durumda. Şiirde, romanda, sinemada, müzikte, habercilikte… Sizce, bu durumu karmaşa mı yoksa zenginlik olarak mı görmek gerekiyor ve bu hibritleşmenin sebepleri nelerdir?

Ben bunu geldiğimiz noktada doyumsuzluk olarak tanımlıyorum. Kimse yaptığı işte artık bir doyuma ulaşamıyor. Romancı artık tek başına bir romancı olarak hayatına devam edemiyor, bunu manevi anlamda da söylüyorum maddi anlamda da. Kurmacayı öğrenen birisi haftalık dizi senaryosu yazmadan maddi anlamda ayakta kalamıyor örneğin. Ya da benim gibi bir gazeteci, bu hız çağında hikâyelerini yavaşlatacak bir mecra oluşturmadan varlık gösteremez. Bence birçok şeyin sonuna geldik, sadece biraz ayak diriyoruz. Artık herkes, her şey. Şunu söylemeden de geçemeyeceğim, sanırım böyle kaotik ve karmaşık zamanlar yeni yollar ve yeni anlatım dilleri ortaya çıkarıyor. Muhtemelen bizler bu doğum sancısının son demlerini yaşıyoruz.

Gerçekliğin insanın yüzüne bir tokat gibi inmesini edebiyatın olmazsa olmazı addediyorum.
Gerçekliğin insanın yüzüne bir tokat gibi inmesini edebiyatın olmazsa olmazı addediyorum.

Roman, öykü ya da anlatılar son tahlilde yazarının kişisel tecrübesinin bir ürünü. Beni Yemen'de İtalyana Benzetirler kitabı da sizin gazetecilik tecrübenizin bir tür çıktısı. Peki, yaşamın acı gerçekliğine karşı edebi metinler bize yardımcı olabilir, yaşadığımız bu zorlu hayatla başa çıkabilmek için bize yol gösterici olabilirler mi?

Metinler yazarına şifa, okuyucusuna bir güzellik oluyor. En azından böyle olması umuluyor. En nihayetinde hastalıklı ve coşkun bir tecrübenin ardından doğan metinlerin lezzetini yüzyıl sonra da alabiliyorsunuz, yazarına verdiği sekineti hissedebiliyorsunuz. Açıkçası, doğrusunu söylemek gerekirse -ki zor bir şey bunu itiraf etmek- edebi metinler gazetecilikten daha kutsal ve insanlara ruhsal anlamda şifa dağıtan metinlerdir. Bu hiç tartışmasız böyledir. Buna fotoğrafçılığı veya videoyu da ekleyebiliriz. Biz her zaman görünenin arkasındakini merak ederiz. Benim romanım da bunu anlatıyor. Her gün gördüğümüz sıradanlaşmış katliam ve trajedi fotoğraflarının arkasındaki hikâyeleri anlatmaya çalışıyorum.

Büyülü ve hayali dünyaların edebiyata hâkim olduğu bir edebiyat ortamında siz Yemen’i, Orta Doğu’yu, savaş coğrafyalarını ele alıyorsunuz. İnsanların sadece birer istatistikten ibaret olmadığını gösteriyorsunuz. Peki, sizi buna yönlendiren ne oldu? Sadece “vicdan” ile açıklayamayız herhalde bunu…

Yozgat’ta doğdum, tarihin büyülü odalarında gezinir gibi Şam’da büyüdüm ve İstanbul’da da öleceğim.
Yozgat’ta doğdum, tarihin büyülü odalarında gezinir gibi Şam’da büyüdüm ve İstanbul’da da öleceğim.

Ben bu işe başladığımda çok gençtim. Aklım bir karış havadaydı. Yaşadığım şeylerin değerli olduğunun farkında değildim. İnsanlara yaşadıklarımı ve gördüklerimi anlattığımda adeta tarihsel bir süreci dinlemenin dehşetini yüzlerinde gördüm ve öğrenmek için istekli olduklarını fark ettim. Bu da bana, benim, aslında coğrafyamızın yakın tarihine bizatihi şahitlik ettiğimi fark ettirdi. Kayıt altına alma fikri böylece ortaya çıkmış oldu. Bu şeyleri bir gazeteci kitabı olarak yazmak hiçbir zaman hoşuma gitmeyecekti. İnsanları sadece sayı veya derin analizlerin bir parçası olarak görmeyi hep reddettim. Böylelikle bana tek bir seçenek kalmıştı o da edebiyatın gücü. Hemingway da aynısını yapmıştı ve yapmak zorundaydı da….

Şehirlerin sanatçılar üzerinde nasıl bir etkisi vardır peki? Siz meslek icabı çok fazla yolda olan birisiniz. Yani sizin üzerinizde hangi şehrin/şehirlerin ne gibi bir etkisi vardır? Ben Gebze doğumluyum örneğin. Gebze arada kalmış bir yerdir, Türkiye gibi. O yüzden zihnimi hep parçalanmış hissederim…

Ben hiçlikte, Yozgat’ta doğdum, tarihin büyülü odalarında gezinir gibi Şam’da büyüdüm ve İstanbul’da da öleceğim. Nedendir bilmiyorum ama bu şehirlere güçlü bir aidiyet hissediyorum. İnsanoğlu yeryüzünde var oldu olalı yaşamın sürüp gittiği yerler… Açıkçası bu yaşlı şehirler gibi ben de kendimi yorgun ama olgun hissederim hep.

Kimi felsefeciler, seyahati doğrudan sanat olarak tarif ediyor. Mesela Eugenio Borgna “her kapalı kurumda can sıkıntısı tehlikesi gizlidir” derken; Niçe, “sadece elimle yazmıyorum; ayağım da katılmak istiyor bu etkinliğe” diyor. Peki, sizin nezdinizde seyahat nedir? Seyahat ve edebiyat/ gazetecilik nerede buluşur; yaratıcılık konusunda?

İki tür edebiyatçı olduğunu düşünüyorum, bir kütüphaneye kapanan araştırmacı yazarlar bir de hikâyelerin peşinde oradan oraya savrulup duranlar. Ben bu ikincisine dahil oluyorum. Anlatacak bir şeyim olmasaydı; yani gördüklerim ve o an orada hissettiklerim olmasaydı yazamazdım. Yolculuk benim için kendini ararken tesadüf ettiğin hikâyelerden oluşur. Hesse’nin Siddhartha’sı gibi. Öte yandan nasıl yazılmalı konusu da tartışmaya çok açık, fakat ne olursa olsun iyi metin modası geçmeyen metindir. Eğer dönemindeki metinlerin bir benzeri değilse yerini bulacağına inanıyorum. Edebiyatçı gazeteciler bize çok önemli eserler verdi; Kırmızı Pazartesi gibi…

Yolculuk benim için kendini ararken tesadüf ettiğin hikâyelerden oluşur.
Yolculuk benim için kendini ararken tesadüf ettiğin hikâyelerden oluşur.

Artık romanların, öykülerin, şiirlerin dolaşıma girdiği yerler bundan 10-20 yıl öncesi gibi değil. Hayatımızda Spotify, SoundCloud gibi yerler var, sosyal medya araçları var, podcast’ler var. Peki, sizin gibi takip edilen bir yazar bu gibi mecra ve araçları okuyucuya ulaşma bahsinde nerede görür? Hem fayda-zarar hem de geleceğin okuma alışkanlıklarını şekillendirme bahsinde?

Orhan Pamuk bir söyleşisinde, ressamlığı bırakıp romancılığa başladığında, henüz çok gençken insanların kendisine bu işlerin modasının geçtiğini söylediklerini anlatıyor. Bugün hâlâ matbu eserlerin yerini internet ürünleri alamıyor. Bir romanı eline alıp okumanın hazzını hiçbir cihaz veremez. Elbette aslolan hikâyeciliktir, dil ve form her dönem kendini güncelliyor. Yeni anlatım dillerinin de hikâyelere ihtiyacı var. Örneğin Tarkovski, dönemi itibariyle sinema icat edilmemiş olsaydı yazarak da kendi derdini anlatabilir ve sanatını pekâlâ icra edebilirdi. O sinema formunu kullanmayı seçti. Diğer konuya gelecek olursak tüm bu bahsettiğiniz programlar romanı tanıtmak için iyi bir araç olmaktan öteye henüz geçemedi. Hatta sanatı ve sanatçıyı daha görünür kıldı. Onların görevi geldiğimiz noktada sanatçıya (üreticiye) hizmetkarlık oldu. Elbette olumsuz tarafları var. İnsanların dikkatleri dağılıyor, hızlı tüketimin getirdiği sorunları konuşuyoruz. Bu da aslında romanın şeklini belirliyor. Bizi dinamik dil ve ağdasız bir anlatıma sürüklüyor, benim benimsediğim bir üslup olduğu için de bundan şikayetçi değilim.

Hemen herkesin bir yol/yolculuk hikâyesi var. Peki, sizin için yolculuğun mahiyeti nedir? Mesela Nezihe Meriç yolculuk için “sürüklenme” diyor. Sizce hayat yolculuğuna sürüklenme diyebilir miyiz, bu biraz “edilgenlik” içeriyor çünkü…

Şimdi değişsem de kim bana hadi yola çıkalım dese peşine düşüyordum.
Şimdi değişsem de kim bana hadi yola çıkalım dese peşine düşüyordum.

Kesinlikle öyle… Ben liseyi bitirdikten sonra okumayı düşünmüyordum mesela. Memlekette hayatımı kurmayı planlıyordum. Sonra önüme bir seçenek çıktı. Soru şuydu: Gezmeye Şam’a gitmek ister misin? Ben oraları o günkü aklımla çöl sanıyordum, Arapları da siyahi. Çocukluğumuzun filmleri bize bunu öğretmişti. Arap Bacı diye bir Yeşilçam karakteri vardı mesela, siyaha boyanmış bir kadındı. Konuyu dağıtmadan devam edeyim. Evet ben Şam’a sürüklendim, hem de şuursuz bir şekilde. Ve büyülendim, beş yıl kalıp sokak sokak keşfettim. Ben bu konularda “yok” demeyi bilen biri değilim. Şimdi değişsem de kim bana hadi yola çıkalım dese peşine düşüyordum. Hikâyenin ortasında kalmak da böyle oluyor sanırım. Eğer abartacak olursam, unuttuğum gerçek hikâyelerden bile birer roman çıkar. Modern insanın sorunu da burada devreye giriyor. Hayatımız artık “planlamak” üzerine kurulu.

Son olarak; hangi şehre geç kaldınız

Sanırım Buhara’ya.