Saint Pierre Kilisesi yolunda: Hatay
Hatay’a giderken sanırım aklımdasadece St. Pierre Kilisesivardı. Oysa Hatay’a ilkdefa gidiyordum. “Hatay’damerak ede ede, bir kiliseyimi merak etmiştin?” diye sorabilirsiniz.Tabii ki Hatay’ındiğer yerlerini de merak ediyordum.Çıkış noktası olarakbu kiliseyi seçmiştim. Sebebiyse,birincisi, nereden duydum veya okudum bilmiyorum,St. Pierre, Hristiyanlık tarihinde ilk yapılan kiliseydi. İkincisi,“Hristiyan” kelimesi, ilk defa burada İseviler için kullanılmış.Havarilerden biri olan Petrus’un buraya geldiği de kaynaklardageçiyor. Başka bir bilgi: Burayı ziyaret eden Hristiyanlar, hacıoluyorlardı. O yüzden Hatay’ın diğer yerlerinden önce, St.Pierre Kilisesi’ni merak etmiştim.
Tabii bilmiyordum ki bu kiliseyi ararken Hatay’ın belli başlı, diğer ifadeyle ilk elde gezilebilecek bütün mekânlarını da görecektim. Zaten tepsi kebabı yemek için aradığımız kasabı buluncaya kadar Uzun Çarşı’nın girip çıkmadığımız kapısı kalmamıştı. Birkaç saat boyunca işte şuradan işte buradan diyerek epey dolaşmıştık. Çünkü oldum olası, kalabalıklardan hoşlanmasam bile, kapalı çarşılarda dolaşmayı, oranın telaşını hissetmeyi sevmişimdir. Satıcılar ayrı dikkatimi çeker kapalı çarşılarda, müşteriler ayrı. Sanki orada farklı bir uygulama vardır. Sanki oraya giden insanlar da, satış yapan esnaf da farklıdır. Diyaloglar ve yaklaşımlar daha sıcak gelir bana, kapalı çarşılarda. Mesela peynirin en iyisini sadece kapalı çarşıda bulabilirsin zannederim.
Uzun Çarşı benim bu merakımı fazlasıyla gidermişti. Sanırım 2016’nın Temmuz’unda gitmiştik ilk. Ve o gün çarşı sakindi. 2021’in Ekim’inde gittiğimdeyse, oldukça kalabalıktı. Çarşıda yürümek bile zordu. Küçük bir çay ocağında oturup, kalabalıkları izlerken, çay bardağında, Hatay usulü yapılan kahveyi yudumlayamadığım için, bu kalabalığa biraz canım sıkılmadı değil. Ama olsun. Diğer kapalı çarşılarda olduğu gibi Uzun Çarşı’da da insanlar doğal hâlleri içinde, hem diğerlerine karşı olabildiğince bigane hem de olabildiğince ilgiliydi. Bunu her Uzun Çarşı yürüyüşümde hissedecektim.
Uzun Çarşı’da işimiz bittikten sonra, sıra gelmişti şu çok merak ettiğim, aslında ilk kullanıldığı sıralar bir mağara olan St. Pierre Kilisesini ziyarete. Yanımda eşim, elimde oğlum Tuğrul’un çocuk arabası, yürüyoruz. Bileceğini tahmin ettiğimiz bir beyefendiye, kilisenin yerini soruyoruz. Tarif ediyor sağ olsun. Sonra, “Uzak değil, değil mi?” diye soruyorum. Yürüyerek, belki yirmi-yirmi beş dakika süreceğini söylüyor. Buna seviniyorum. Çünkü bir şehir ancak yürüyerek anlaşılabilir. Dikkat edin, gezilebilir diye yazmadım. Anlaşılabilir. Çünkü gezmekle anlamak ve hissetmek farklı şeylerdir.
Gezimin çıkış noktası olarak bu kiliseyi seçmiştim. Sebebiyse, nereden duydum veya okudum bilmiyorum, St. Pierre, Hristiyanlık tarihinde ilk yapılan kiliseydi.
Tarif üzerine yürümeye başladık ama dar kaldırımlar, yol kenarına park edilmiş araçlar yürüyüşümüzü sürekli sekteye uğratıyordu. O yüzden birkaç defa rotamızdan çıkmak zorunda kaldık. İyi de oldu. Çünkü bu güzel caminin ismi ney diye kendi kendime söylenirken, Habib-i Neccar Camiin önüne gelmiştik. Orası da kalabalıktı. Ve kalabalığı, ilk kez sadece kapalı çarşılarda değil camilerde de sevdiğimi orada fark etmiştim. Düşüncelerimi rahatsız eden tek şey, camide gelin damat çekimlerinin de yapılıyor oluşuydu. Kalabalık ve düşüncelerimi rahatsız eden bu durum, camiyle aramda kuracağım rabıtanın önüne geçmişti. Yine de çok sevmiştim orayı. Tekrar gidecektim Habib-i Neccar Camiine. Çünkü Habibi Neccar kimdir, ismi neden bu camiye verilmiştir, hâlen bilmiyorum. O gün, rastgele oraya gelişimiz, bunun şaşkınlığı ve telaşı ve orada insanların cami bahçesinden geçilen türbelere gösterdikleri hürmet daha çok dikkatimi çekmişti.
Habib-i Neccar Camiinden sonra, kendimizi bırakmıştık. Hatay’ın eski sokaklarında yürümenin tadına doyulmaz lezzetini yaşıyorduk. Karşımıza kah bir eski konak çıkıyordu, kah bir küçük cami veya kapısı yine kapalı kilise. Konakların birçoğu lokanta veya kafeye dönüştürülmüştü. Dar sokaklar, dışarının hayhuyuna rağmen sükûnetlerini muhafaza ediyorlardı.
Birçok noktasında fotoğraf çekilebilirdi, bu ara sokakların. İçinde saatler geçirilebilir, rastgele biriyle rahatlıkla sohbet edilebilirdi. Mekândaki çeşitlilik, insandaki çeşitlilikte kendine karşılık buluyordu. Mesela dinlenmek için oturduğumuz çay bahçesinin işletmecisi, emekli bir polisti. Hatay’a dair sorduğumuz her soruya, tatmin edici ve bilgi yüklü cevaplar veriyordu.
İlginç olan noktaya geliyoruz. O kadar yürüyüp dolaşmamıza rağmen, nerede ve kime St. Pierre Kilisesini sorsak, hepsi de çok yakın olduğunu, on beş-yirmi dakikada gidilebileceğini söylemişti. Demek ki diye düşündüm o zaman, bu kilise merkezî bir noktada bulunuyor. Ama öyle değilmiş. Tariflere uyarak yola tekrar koyulduğumuzda, iki saatten fazla yürüdüğümüzü hatırlıyorum. Dik olmasa da uzun bir rampayı çıkmıştık. Biraz soluklanmak için durduğumuz yerlerde ise, “Bu bize yolu tarif edenler, sanırım hiç buraya yürüyerek gelmemişler,” diyerek gülüşüyorduk hanımla. Günün sonundaysa, St. Pierre Kilisesini ararken birçok hesapta olmayan önemli duraktan geçtiğimizi fark edip, neye niyet neye kısmet demekten de kendimizi alamamıştık.