Sabır ırmakları
Bir ırmak; toprağa can olmuş. Bu can da insana medeniyeti sunmuş. Medeniyetlerde insana, tarihe ve de inanca mâl olmuş…
Heredot, Mısır için, “Bize Nil’in armağanıdır,” demişti.
Bir uygarlıkla bir ırmak arasında kurulan bu akrabalığın, suya ve insana tekabül eden işaretlerini açmak gerekiyor. Hayat, insana değil suya teslim edilmiş. İnsanoğlu, yeryüzündeki macerasını su kenarlarından uzaklaşmamak kaydıyla sürdürebilmiştir.
Yolunu kaybedenler suyu aramış; kabile çadırları bir suyun civarına kondurulmuş; köyler ve kasabalar su kenarlarında boy atmış; kentler, kıyısına kuruldukları suyun hacmi kadar büyüyebilmişlerdir. Ortasından ırmak geçmeyen tek bir uygarlık yoktur. Eğer Çin, eski dünyanın kadim kültürlerinden birini inşa etmekle övünüyorsa, bunu, yalnızca kendi çabasına değil, Sarı Irmağa da borçludur.
Mezopotamya’da yaşayanlar istedikleri kadar böbürlenip dursunlar; onlara yazıyı keşfettiren de, takvim hesabı yaptıran da, kentler ve tapınaklar kurduran da, iki yanlarından geçen Fırat ve Dicle’nin, topraklarına kattığı bereketti.Büyük Hint Medeniyeti, İndus ve Ganjnehirleri olmasa, küçük bir kasaba kültüründen öteye geçemeyecekti. Geçemeyecekti, çünkü büyük uygarlıklar büyük ırmakların oğullarıdırlar…
Eğer bugün burada, Anadolu’da bir uygarlık olma iddiası taşıyorsak, bunu iki büyük ırmağın oğlu olmamıza borçluyuz: Amu Derya (Seyhun) ve Sir Derya (Ceyhun). Bu iki ırmak, bir gün Müslüman tebliğciler tarafından getirilip kıyılarına dikilecek inanç fidanlarını, büyük bir uygarlık ormanına çevirmek için hazırlanmış birer hayat suyu gibidirler. Her ikisine de Aral Gölü’ne dökülmeden önce tabiatın bütün halleri temaşa ettirilmiş; bir dağın yamacından akmanın, bir bozkırın orta yerinden geçmenin, bir çölün yalnızlığını paylaşmanın halleri aktıkları yataklara nakşedilmiştir. Ve elbette Maveraünnehir’in bu iki sabır suyu, sanki vakti geldiğinde son dinin tebliğine hazırlıklı olsunlar diye, başka ırmakların etrafında şekillenen uygarlıklarla da bir bir tanıştırılmışlar, her birinin eksikliğini tanır duruma getirilmişlerdir.
Seyhun ve Ceyhun, Budizmin abartılı çileciliğini, Zerdüşlüğün sahte ateşini, Helenizmin bozulmuş tanrısallığını, Şamanizmin tutmayan büyüsünü, Hristiyan misyonerlerin kurnazlığını ve Yahudilerin sinsi bakışlarını, bizzat suladıkları topraklarda müşahade etmişlerdir. Bu iki göklü ırmak, Ortaçağın yorgun düşmüş insanlığını geleceğe taşıyacak taze bir inanca ihtiyaç olduğunu, daha o inançla tanışmadan önce, derinden hissetmişlerdir…
Elbette ırmak bir teşbihti...
Maveraünnehir’in kadim bölgeleri Sogdiyana, Baktra ve Harezm’in görmüş geçirmiş kentleri, o kadar çok dinin misyoneri, o kadar çok istilacının kılıcı tarafından hırpalanmışlardır ki; sekizinci yüzyılın şafağında topraklarına gelen son dinin tebliğcileriyle, aynı dinin askerleri arasındaki farkı anlamakta gecikmemişlerdir. Aslında, aynı anda iki İslam’la birden tanışmıştır Maveraünnehir:
Biri, henüz kabileciğinin töresinden çıkamayan askerlerin; bir diğeri ise, o törenin gadrine uğrayan ve kendisine yeni bir tebliğ yurdu arayan Sahabelerin, Tabiunun İslam’ıdır.
Taşkent, Semerkant, Hiva ve Fergana Vadisi, birincileri kovmak için bedenini; ikincileri kabul etmek içinse kalbini kullanmakta bir an bile tereddüt etmemiştir. Bu gün, Semerkand’da mefdun, Peygamberimizin (s.a.v) akrabası Kusam bin Abbas’a, “şah-ı zinde” (genç şah) unvanı layık görülmüş ve bu kutlu tebliğci hiç yaşlandırılmamışsa, sebebi, o bekleyen kalptir.
Sonunda Maveraünnehir, kabileci Arap fatihleri temizlemiş, Peygamberi İslam’ın tebliğcilerine teslim olmuştur. Başka bir deyişle son din, Ceyhun ve Seyhun nehrinin suladığı bereketli topraklarda, erken bir dönemde vücuduna yapışan fazlalıkları atarak, asli sorumluluğuna geri dönmüştür…
Her büyük uygarlığın bir hazırlık devresi vardır. Maveraünnehir’de boy atan İslam’ın, dervişlerini Anadolu’ya ve Balkanlar’a salması için birkaç kuşak beklemesi gerekmiştir. Sahabelerin ve Tabiunun ilk temellerini attığı Maveraünnehir mektebi, birkaç kuşak içinde, yalnızca dervişlerini değil, büyük mürşitlerini ve âlimlerini de yetiştirecek; fanatizmden uzak bozkır Türklerinin sadeliğiyle, görmüş geçirmiş Sogd yerlilerinin ağır başlılığı yine bu mektepte İslamın ipeğine işlenecektir.
Onuncu yüzyıl, Maveraünnehir mektebinin altın yaldızlı icazetnameler vermeye başladığı yüzyıldır. Bu gün artık çok iyi biliyoruz ki, Ahmet Yesevi, Şah-ı Nakşibend ve Necmettin Kübra insanların kalplerini irşad edecek icazetnameyi bu okuldan almışlar; birkaç yüzyıl sonra Bosna’da Balagay tekkesinde çekilecek zikrin temiz nefesini, buradan rüzgâra emanet etmişlerdir.
Buhara’dan, Semerkand’dan, Yesi’den, Hiva’dan ve öteki pek çok kentten üflenen nefesi taşıyan rüzgârların, Anadolu’da nasıl bir araya geldiğini, nasıl büyük bir kalp şenliği ile Rumeli’ye doğru estiğini biliyoruz. Ama bu rüzgârın içine, Zemahşeri’nin, Farabi’nin, İbn-i Sina’nın, Biruni’nin hendesesi de dercedilmiş; kalple temizlenen batının yorgun coğrafyasının akılla tamir edilesi istenmiştir.
Biz, ilkin büyük bir sabırla İslam’ın kalp erlerini bekleyen; sonra da sayısız badirelere rağmen bu dinin yeşerip büyümesi için gövdelerini seferber eden iki kadim ırmağın oğulları ve kızlarıyız.
Dünya artık yaşlandı ve yorgun düştü. Onun yeni bir dirilmeye ihtiyacı var. Bütün düşüncelerin iflas ettiği, insanın şaşkınlıktan başka bir vadisinin kalmadığı bu kanlı çağda, umut yeniden bizim kapımızı çalıyor.
Bu bir ayrıcalıktır. Ayrıcalıktır çünkü mahremiyeti kalmamış bir dünyada umut, çalacağı kapıyı özenle seçmiştir. “Bu umuda nasıl karşılık vereceğiz,” diye soracak kadar cahil değiliz elbette. Bizi Maveraünnehir’den Tuna boylarına savuran o şarkı ne zaman bitti ki… Şimdi sırtımızı yeniden Maveraünnehir’e veriyoruz. Biliyoruz ki o sabır ırmakları, vefalı çocuklarını hiçbir zaman utandırmadılar…