Rüyalarımda esen gerçek rüzgarlar
Christopher Nolan'ın yönettiği Inception (Başlangıç) filminde unutamadığım bir sahne var. Fas'ta geçiyor. Rüyalar âleminde kendi kurguladıkları ideal dünyalarında daha çok vakit geçirebilmek için kontrollü bir şekilde derin uykulara daldırılan insanların toplandığı bir yer bulunuyor. Görevliyle mekânı görmeye gelen kişiler arasında şöyle bir diyalog geçiyor:
- Buraya her gün uyumak için mi geliyorlar?
- Hayır. Uyandırılmak için geliyorlar. Rüya onların gerçekliği oldu.
Çocukluğumdan beri yastığa başımı koyduğumda ayrı bir dünyayla bağlantı kuruyor gibiyim. Öyle ki yıllardır arkadaşlarıma rüyalarımı anlatıyorum. Hatta “Dün rüyanda ne gördün Ömer?” diye ilk teneffüste etrafıma toplanan sınıf arkadaşlarım vardı çocukken. Bu durum beni yıllar içinde bir rüya anlatıcısına çevirdi de diyebilirim. Son dönemde gördüğüm derin rüyalar beni yine yıllar öncesine götürdü. Inception filmi vizyona girmeden hemen önce gördüğüm bir rüyayı anlatacağım şimdi size. Benim için bir dönüm noktası hem de.
Üniversite eğitimimin son iki yazını Work and Travel adlı programla ABD'nin New Jersey Eyaletinde geçirmiştim. İlk yurtdışı tecrübemdi. 2010 yılında Ankara'da yüksek lisans yaptığım dönemde bir taraftan da İspanyolca kursuna gidiyordum. Bir gece rüyamda kendimi iki yaz yaşadığım Atlantic City şehrine giden bir otobüste buldum. Hayatımda ilk kez rüyamda İspanyolca konuşuyordum. Yanımdaki iki İspanyol turiste şehirde rehberlik yapacaktım. Otobüsten indiğimiz anda rüyada olduğumu anladım. “Kusura bakmayın ancak ben rüya görüyorum. Zaten yakında uyanırım. O yüzden sizi gezdiremeyeceğim. Buraya gelmişken dostlarımı ziyaret etmem gerekiyor. İzninizle” deyip adeta bir rüya sarhoşu nezaketiyle yanlarından ayrıldım. Hemen şehir merkezinde farklı sokaklarda olan bir ev ve bir de dükkâna gidip arkadaşlarıma sürpriz yaptım. Her iki karşılaşmada da arkadaşlarıma sarıldıktan sonra onlara rüyada olduğumu ve çok kalamayacağımı söyledim. O kadar ki, ikram için zahmet etmeyin diye de uyardım. Yine de masalarda ikramlar eksik olmadı. Bir americano fena olmazdı gerçi, ama kahve içip ayılmak da olmazdı malum.
Daha sonra dünyanın faklı ülkelerinden program için gelen öğrencilerle kaldığımız hostelin yolunu tuttum. Bu şehre en son iki yıl önce gelmiştim. Bir ihtimal hâlâ orada yaşayan varsa görmüş olacaktım. Hostelin lobisinde internet kullanıcıları için ayrılmış bir bölüm vardı. Bilgisayarlarımızı alır, orada toplanırdık akşamları arkadaşlarla. Ben de bilgisayarımı açtım ve bir gözüm de kapıda, gelen olursa diye beklemeye başladım. Fazla zamanım kalmadığını biliyordum.
Garip bir enerji hissettim. Bir anda etraf kararmaya başladı. Sanki karanlık bir çember var ve bana doğru daralıyordu. Rüyada kalmak için bir şeyler yapmalıydım, belki de rüya içerisinde odaklanacağım bir şey bulmalıydım. Ekrandaki fare imlecini aşağı yukarı haber okur gibi hızlı hızlı hareket ettirmeye başladım. İşe yarıyordu, karanlık çember yeniden açılmaya başladı. Rüya yeniden benimdi. İçimde sınırsız bir özgürlük ve güven duygusu oluştu. Hemen toparlandım. Artık büyük oynamalıydım.
O an bir rüzgâra dönüştüm sanki. Zihnimde hayal ettiğim, içimden geçirdiğim her yere akıyordum. Ne dünyanın ne de zihnimin sınırları kalmıştı ortada. Kendi cennetimi kuruyordum. Bu seyahatlerim ne kadar sürdü hatırlamıyorum elbette. Uyanıp gözlerimi açtığımda hayatımın en mutlu anını yaşıyordum. Mutluluktan hüngür hüngür ağlamaya başladım. İçimde tarifsiz bir ferahlık vardı.
Kendime geldikten sonra hemen başıma gelenin ne olduğunu araştırmaya başladım. Lüsid yani bilinçli bir rüya görmüştüm. İki hafta boyunca internette ne kadar bilgi varsa okumaya çalıştım, konuyu kendime gündem edindim. Önce bu yeteneği nasıl geliştirebileceğime dair yazılara odaklanmışken, daha sonra lüsid rüyalara kendilerini kaptıran insanlardaki psikolojik etkilere dair yazılar karşıma çıkmaya başladı. Reel dünyadan kopanlar, gerçeklik algısını yitirenler ve daha niceleri. Tesadüf ya, tam da o dönemde Inception filmi Türkiye'de vizyona girdi. Filmi seyretmeye gittim ve yazının başında bahsettiğim sahnede uyandırıldım aslında. Rüyalarla olan ilişkimi sorguladım ve reel dünyada kalmalıyım dedim. Önemli bir karardı. Kendimi gerçekten kaptırmak üzereydim. Yıllar geçmesine rağmen hiç o rüya kadar güçlü bir rüya tecrübesi yaşamadım. Astral seyahat tecrübelerim bile yerini tutmadı.
Peki o rüyadan sonra hayatım nasıl değişti? Bir yıl sonra Erasmus eğitimi için Roma'ya gittim. Yıl 2023 ve ben 2011 yılında gittiğim İtalya'dan bu yana yurtdışında yaşıyorum. Rüya öncesindeki Türkiye ve ABD tecrübelerini ayrı tutarsak, son 12 yılda 7 farklı ülkede yaşamış ve 45 ülkeye ayak basmışım. Şu an bu satırları da yeniden geldiğim Buenos Aires'te kaleme alıyorum. Sanki o rüyadaki frekansta kalmaya ve rüzgârı hissetmeye, akmaya devam ediyorum. Bu arada öğrendiğim yabancı diller arasında hala en iyi İspanyolcayı konuşuyorum. Bu da rüyadan kalan güzel bir ayrıntı.
Bu rüya sonrası yaşadığım süreç, hayalleri rüyada kurgulamak yerine gerçek hayatta yaşamaya yöneltti beni sanırım. Rüyalar âlemindeki hayatım da çok güzel gidiyor bu arada. Heyecan, macera, aksiyon, mistisizm iç içe. Aynı rüya içinde farklı ülkelerde uyanmaya ve farklı dillerde konuşmaya devam ediyorum. Sürrealist filmler gibi her biri.
Bazen Michel Gondry’nin Rüya Bilmecesi olarak çevrilen The Science of Sleep adlı filmindeki, Gael Garcia Bernal’in oynadığı Stephane karakterini de düşünüyorum aslında. Stephane rüya ile gerçek hayat ayrımını kaybediyor filmde. Ya gerçek hayat dediğimiz şey, sandığımız şey değilse mesela. Bu hayat, gözle görünen ve de görünmeyen farklı boyutlar, zamanlar ve rüyaların bileşimiyse nasıl olurdu acaba? Ölüm bir uyandırılma olmasın?