Roland Barthes: Bir dili anlamadan onu sevdiğinizi söylemenin pratikte bir karşılığı yoktur
Shigehiko Hasumi tarafından 1972 yılında Roland Barthes ile gerçekleştirilen bu söyleşi, ilk olarak bir Japon edebiyatı dergisi olan Umi’de yayımlanmıştır.
Bay Barthes, ne yazık ki Japonya’da -muhakkak ki Fransa’da da- Praglı kuramcılar ya da Rus biçimciler ile bir arada anılıyorsunuz.
Ama bu benim hiç yakındığım bir şey değil. Eğer bir babalık yahut akrabalık statüsü bana atfediliyorsa bundan asla şikâyetçi olmam. Şikâyet etmek için bir nedenim yok, öyle yapmam çok gülünç olurdu. Örneğin dürüst olmak gerekirse -ve kayıtlara geçsin diye de- şunu söylemeliyim ki Jules Michelet üzerine yazarken Gaston Bachelard’ın tek bir sözünü dahi okumadım. Sonra bana kitabın Bachelard’dan türetilmiş, ondan etki almış olduğunu söylediler ancak Bachelard hayranlık beslediğim ve işlerini son derece beğendiğim birisi olduğu için gördüğünüz üzere bundan hiçbir zaman yakınmadım. Aslında dedikleri doğru değildi. Tekrar ifade etmem gerekirse ben bütün bunları, sadece hem geniş bir dil dolaşım sorunu hem de bir metinlerarasılık meselesi olan mevcut bir teorik sorun ile bağlantılı olduğu için söylüyorum, bunu siz de benim kadar iyi biliyorsunuz.
Bir şeylere etkilenme noktasından baktığınızda tehlikeli olan; metinleri, yani bir nevi “dönüştürme cihazı” ve “yeniden dağıtım mekanizması” gibi işlev gösteren metinlerinizi okumayı unutmaya başlamak oluyor.
Evet, bu konuda haklısınız. Bu epey ilgimi çeken bir sorun aynı zamanda. Bu yaz, metnin verdiği zevk üzerine kısa bir metin yazdım. Yayınlayıp yayınlamayacağımı henüz bilmiyorum. Yazmayı yeni bitirdim ve diyelim ki yazıdan pek emin değilim. Ama bu yaz şunu fark ettim ki yalnızca 60 sayfa olan bu kısa metne arkadaşlarımla olan konuşmalarım da karışmış. Yazıdakileri başkalarının fikirleri olarak nitelendiremem; bu yazıda başkalarının bizzat kendileri yer alıyor. Durumu ancak bu şekilde ifade edebilirim: “Şu akşam, şu şu kişiyle konuştuğum için böyle bir şey düşündüm.” Bazen başkalarını, onların varlığında edindiğim fikirler için kaynak gösteriyorum. Burada psikanalitik bir temanın ortaya çıktığını görebilirsiniz. Konuşmayıp yalnızca dinlese bile, bir başka insanın varlığının sizdeki düşüncelerin oluşumunu az ya da çok etkilediğine inanıyorum, yeterince izah edebiliyorsam. Sonuç olarak, bana kalırsa etkilenmenin, yazarları okuyup kendinde onların fikirlerinin tesirini hissetmekle bir alâkası yok. Etkilenme bundan çok daha geniş, çok daha büyük ölçekli bir fenomen ve işin aslı, saptaması imkânsız olan bir şey.
Adına metin dediğiniz şey, tam da bu tür saptanamayan etkilerin düğümlendiği ve çözüldüğü bir yer. Buna rağmen insanlar sizin hakkınızda yapısalcılık, biçimcilik, dilbilim, imbilimi gibi saptanabilir işaretleri listeleyerek konuşmayı tercih ediyorlar.
Evet, bu doğal. Öncelikle aslında bakılırsa hayatımda bu tür şeylerle meşgul olduğum on yıllık bir dönem oldu. Biraz tanınmaya başladığım nokta işte o zamana tekabül ediyor. Terimleri aşağı yukarı en düzgün anlamlarında kullanarak yapısalcılık ve dil bilimi çalıştığım nokta da o dönemdeydi. Ancak o zamandan beri kendimi tüm bunlardan bir nebze uzaklaştırdığım ve bugün yaptığım şeyin biraz daha farklı olduğu gayet açık sanıyorum. Hayat uzun bir süreyi kapsıyor ve zaman içerisinde mutlaka değişiyorsunuz.
İlk sorum çoğulluk kavramıyla alâkalı. Philippe Sollers’in yakın zamanda Roland Barthes üzerine yazdığı metinden bir cümleyle başlamak isterim… (Gülüşmeler) Evet, benim hakkımda. Bir portre yazısı, deyim yerindeyse…
(Gülüşmeler) Evet, benim hakkımda. Bir portre yazısı, deyim yerindeyse…
Sollers diyor ki: “Öte yandan R.B., kendini açıkça ortaya koyuyor: titiz, ince bir zarafet. Buluşmalara vaktinde geliyor, kilosunu çabucak değiştirebiliyor, kolaylıkla sıkılıyor, hiçbir zaman çok fazla sefa sürmüyor gibi görünüyor ve hatırlıyor.” Hem bir mecaz hem de anekdot özelliği taşıyan bu cümle…
Evet, evet…
Çoğul bir varlık olarak tasvir edilmişsiniz ama bu çoğulluk kavramı tümüyle bir metafor olduğu için belli bir yerde aklımı karıştırıyor.
Çoğul olandan kendim de sık sık söz ettim, S/Z’de örneğin.
- Yazının Sıfır Derecesi
- -Roland Barthes'ın edebi-eleştiri kitabı.1953'te basılan kitap, Barthes'ın ilk derli-toplu metniydi. Barthes’ın burjuva toplumunda “yazının” özerkleşmesinin evleri ve görünümleri üzerine eleştiriler getirdiği bu kitabı yazarın kendisi, kitabın girişinde kaleme aldığı yazıda şu şekilde açıkladı: "Yazı tarihinin ne olabileceğine dair bir girişten başka bir şey değil.”
Aynen öyle. Çoğul sözcüğünü kullanıyorsunuz. Ama aslında bu sözün öznesi olan kişiden söz etmek için anlamın değiştirilmesi gerekir. Fransızcadaki nul (“sıfır”) sıfatı tercih edilebilir. “Zamanında gelmek ve çabuk sıkılmak için,” nulle part’ı durdurmanız gerekiyor- yani “hiçbir yeri.”
Dediğiniz şey çok doğru ve de çok aydınlatıcı. Şu açıkça görülüyor ki kişinin, kendisi hakkında sanki kendi gerçekten de kendisiymiş gibi söz etmesi aldatıcı bir şey. Öyle değil mi? Sanki insan bir kişi, bir öz olarak varmış gibi… Eğer bir eleştirmen olsaydım ve kendimi bir yazar olarak eleştirmem gerekseydi tam da az önce söylediğiniz şeyi vurgulardım. Başka bir deyişle, gerçekte, işimin ve hayatımın tümünü yöneten varoluşsal ya da nevrotik düzeyde denilebilecek -bunun seçimini size bırakıyorum- yalnızca tek bir şiddetli tahammülsüzlüğüm var: bir stereotip, basmakalıp tahammülsüzlüğü.
Yani kendini tekrarlayan ve tekrar yoluyla tutarlılık kazanan bir dile tahammülsüzlük. Şöyle bir gerçek var ki dilin belirli bir tutarlılığa (sabitliğe) ulaşır ulaşmaz -doğru olduğunu düşünsem bile- kalıplaşıyor olması, bendeki felsefi dil mekanizmasını tetikliyor ve buna neredeyse öğürme ve mide bulantısıyla tepki veriyorum. Buna katlanamıyorum ve bu yüzden, şöyle ifade edeyim,
- içerisinde barındırdığı tüm fikirlerle belirli bir dilin bir yerlere “yerleştiğini” hissettiğim anda bir başka yerde olmak istiyorum.
Dil bu sabitliği kazanınca bir başka yere taşınmayı istiyorum. Kısacası, kendi dilime biraz sadakatsizlik yapmış oluyorum.
Ama tam olarak sadakatsizlik denemez buna. “Kişinin kendisine daha sadık olması” denebilir
Evet, elbette, bu bir diyalektik. Her halükârda bu, büyük seçimler olarak adlandırabileceğimiz felsefi, ideolojik veya politik türlere sadık olmamak değil; fazla sabitleştiklerinde dillere sadık olmamak. Sonuç olarak, mevcut entelektüel sınıfının yerleşik ana dilleriyle her zaman sorun yaşıyorum. Psikanalitik dil ile örneğin, o dili kullanıyor olsam bile.
Hayalinizi anlattığınız metinde niyetiniz gayet açık: “Yabancı bir dili bilmek ve o dili yine de anlamamak: söylemin, iletişimin veya bayağılığın yüzeysel sosyalliği dilin farklılığını gidermeden bir dili algılamak.” (Barthes 1982: 6) Bana kalırsa bu metin, Roland Barthes’ın temel arzusunu veya kendini “beyaz” yazının, “hiç kimsenin toprağının” kenarında bulan kişinin duyduğu ürperişi kusursuz bir şekilde açıklıyor. Japonya sizin için “yazının sıfır derecesi”ydi.
Çok doğru. Aslında bu konu genel olarak kitabın değil, yalnızca az önce aktardığınız dil üzerine yazılan paragrafın konusu. Elbette oldukça paradoksal bir pasaj bu. Bir dili anlamadan onu sevdiğinizi söylemenin pratikte bir karşılığı yoktur. Bu ne anlama gelebilir ki? Ama gösteren denilen şeye inandığım müddetçe benim için bir anlam taşıyor, öyle değil mi? Japoncanın konuşulduğunu duyduğum için çok mutluydum orada, çünkü bedenlerin anlamadığım bu dil ile temas hâlinde olduğunu görebiliyordum. Tamamen farklı bir duygusal durum, ritim ve nefes çeşidiydi ve şunu da söylemeden geçemeyeceğim; sanki her gün son derece başarılı ve ilham verici bir tiyatro performansı izliyormuş gibi, bu deneyim bana her gün keyif verdi.
Diğer sorum, Gustave Flaubert veya daha ziyade onun sizin yazılarınızdaki özel yeri üzerine. Yazının Sıfır Derecesi’nde Flaubert’ten söz ettiniz. Ondan dolaylı bir şekilde hâlâ sıklıkla söz ediyorsunuz. Benim kapıldığım izlenim, Honore de Balcaz’ın öyküsünün kapsamlı bir analizi olan S/Z kitabınızın aslında Bouvard ile Pecuchet’teki Flaubert olan görünmez bir merkezin etrafında döndüğü yönünde. Bay Martinet’in altmışıncı doğum günü için…
Ah, evet, onu fark etmişsiniz. Bu satır Yazının Sıfır Derecesi’nin yeni çıkan cep edisyonunda da var…
Doğru. Ama Flaubert’in sizin düşüncenizde kendisini bir mevcudiyet biçiminde değil, bir noksanlık biçiminde hissettirdiği söylenebilir.
Size yalnızca bir şey söyleyebilirim. Hayatımda mutlak surette önemli olan üç yazar var. Gece okumalarımın bir kısmını oluşturmaları bakımından neredeyse “günlük hayatımda” bile diyebilirim buna. Her zaman değil gerçi, ama bir aşamada sürekli onlara geri dönüyorum. Birisi tahmin edilebileceği üzere Marquis de Sade, birisi Flaubert ve birisi de Marcel Proust. Yani bu tür bir seçim yalnızca teoriye dayanmıyor. Ya da sadece… nasıl ifade etmeliyim bilmiyorum. Nihayetinde neredeyse kesin bir şekilde söyleyebilirim ki bu yazarlar, haklarında asla bir monograf (tek konulu yazı) yazmayacağım kişiler. Flaubert veya Proust üzerine katiyen bir kitap yazmayacağım.
Öyleyse Flaubert benim için ne anlam ifade ediyor? Eğer Flaubert üzerine bir monograf yazmadıysam bu tam olarak aslında Flaubert hakkında hiçbir fikrim olmamasından kaynaklanıyor. Flaubert’e dair bir eleştirel teori inşa etmekten aciz kalırdım ama yine de onun eserlerine doymuş bir hâldeyim; bu her zaman için geçerli. Çünkü onun yapıtları, mutlak bir yazı çalışmasının örneği. Sonuç olarak o, tam da bir çeşit “çoğullaştırılmış” kişilik. Bence onunki kendiliğinden çoğullaştırılmış bir yazın: dolaysız ve aşikâr bir metinlerarasılık. Cümlelerin tersyüz oluşu, paragraflar arasındaki boşluklar ve bir de güldürü unsuru; kendisinin “güldürmeyen güldürü” olarak tanımladığı belirli türde bir güldürü…
Bir diğer sorum ise Sade, Fourier, Loyola’nın ön sözünde bahsettiğiniz “dil hırsızlığı” kavramıyla ilişkili. Diyorsunuz ki, “Aslında bugün, burjuva ideolojisinin dışında bir dil sahası bulunmuyor: dilimiz o ideolojiden geliyor, ona dönüyor ve ona hapsediliyor. Buna verilecek tek karşılık yüzleşmek ya da zarar vermek değil, hırsızlıktır: eski kültür, bilim ve edebiyat metinlerini parçalamak ve çaldığı malları gizleyen birisi gibi, onların taşıdığı özellikleri tespit edilemeyen bir yöntem ile yaymak.” (Barthes 1989: 10) Bu ince hırsızlık imgesi, bana öyle geliyor ki “beyaz yazı” (l’écriture blanche) dediğiniz şey ile belirli bir bağlantı taşıyor.
Yazının Sıfır Noktası’nın sonunda bu beyaz yazının aslında var olmadığını; yazının bir şekilde her zaman dönüştürüldüğünü veya özelleştirildiğini ve dolayısıyla yazarların, bu bağlamda, tâbiri caizse bir tür trajik taahhütte mahkûm olduklarını söylemiştim. Yani burada hâlâ aynı düşünce geçerli. Gerçi bu konudaki fikrim biraz değişti, çünkü artık yazıyı temelde atopik dediğim bir terim ile tasavvur ediyorum, yani konumu ve belli bir ölçüde sahibi olmayan bir boşluk şeklinde. Ancak bu aşamada da sahibi veya kökeni olmayan bu yazı aslında halk tarafından tüketilmiyor oluyor. Bu aşırı-avangart yazı şeklinin büyük bir önem taşıdığına inanıyorum. Bu yazı türünün varlığı oldukça mühim fakat bu yazı, alıcılara sahip değil. Bu yazıyı yalnızca beş yüz kişi okuyor ve seviyor, durum bundan ibaret.