Paris'in zamanı ya da zamanın Paris'i
Altın Çağ kavramı; mitolojiden dine, dinden felsefeye, felsefeden sanata, sanattan bilime çok çeşitli alanlarda karşımıza çıkan bir kavram ve mükemmel dünya idealini ifade etmek için kullanılıyor. İnsan psikolojisinin doğal bir sonucu olarak geçmişe özlem veya gelecekte daha güzel bir dünya umudu, Altın Çağ olarak dışa vuruyor.
Cannes Film Festivali'nin açılış filmi olan Woody Allen yönetmenliğindeki Paris'te Gece Yarısı (Midnight In Paris, 2011) ise Paris şehri özelinde Altın Çağ kavramına odaklanıyor. Monet'nin doğduğu, Van Gogh'un resmettiği, Proust’un yazdığı; cafeleri, ışıklı caddeleri ve romantik yağmurlarıyla ünlü bu şehir, Amerikalı yönetmen Woody Allen’ın bakış açısıyla beyazperdede yeniden hayat buluyor.
Sonbaharda evlenmeyi planlayan Amerikalı çift Gil ve Inez, küçük bir tatil için Paris’e gelirler. Gil Paris’in sokaklarını bir sanatsever olarak deneyimlerken, diğer yandan nostalji duygusunun öne çıktığı romanını tamamlamak üzeredir. Gil’in romanı nostalji dükkânı işleten bir adam hakkındadır ve yolu da nostaljinin en yoğun yaşanabileceği yere, yani Paris’e düşer. Film, özellikle açılışındaki altmış sahneyle yaklaşık üç dakika seyirciye Paris rüyasını yaşatır.
Nişanlı çiftin tatili Paris’in büyüsüyle eğlenceli bir şekilde devam ederken Gil’in Paris caddelerinde yaşadığı tuhaf maceralar hikâyenin seyrini çok farklı bir yere götürür. Inez ile aynı zevkleri paylaşamayan Gil, tek başına her akşam şimdiki zamanla farklı geçmişler arasında yolculuk yapar. Dolayısıyla Paris’te Gece Yarısı filminde karşımıza çıkan ana temalar modernizm ve nostaljidir. Nostalji duygusunun altında yatan ise insan zihninin geçmişi andan daha güzel hatırlama eğilimidir. Modernizm, insanı özüne yabancılaştırarak şimdiki zamana dair bir tatminsizlik oluşturmakta ve sahte bir kaçış alanı olarak bireye nostaljiyi reçete etmektedir.
Gil’in ilk yolcuğu hayran olduğu ve Altın Çağ olarak nitelendirdiği 1920’lerin Paris’inedir. Scott Fitzgerald, Jean Cocteau, Cole Porter ve Ernest Hemingway ile karşılaşır. Caz çağının hüküm sürdüğü 1920’lerin Paris’inde daha kimler yoktur ki! Gertrude Stein, Alice B. Toklas, Picasso, Dali, Cole Porter, Man Ray, Luis Buñuel, Tom Eliot ve Paris'in diğer efsaneleri... Kendi zamanından şikâyet eden Gil’in zaman yolculuğunda hayran olduğu insanların da benzer şikâyetlere sahip olmaları bize zaman fark etmeksizin insanların düşünceleri ve hislerinin aynı olduğunu gösterir. Böylelikle tarihin ve şimdiki zamanın bir araya gelişine şahit oluruz. 1920’ler Gil’in kabul ettiği gibi gerçekten de Altın Çağ mıdır?
Gil, zamanlar arası yolculuğunun her anında kültürel hazzın doruklarına ulaşırken Braque ve Modigliani'nin eski metresi, Picasso'nun yeni sevgilisi olan Adriana ile karşılaşır. Adriana Gil’in 1920’lerdeki bir yansıması gibidir. Yirminci yüzyılın en önemli sanat ve edebiyat çevrelerine dahil olmasına rağmen onun için Altın Çağ, 1880-1914 yılları arasında “Güzel Dönem” de denilen La Belle Epoque dönemidir. Gil ve Adriana, La Belle Epoque dönemine gittiklerinde ise bu kez Altın Çağ’ın Rönesans olarak görüldüğü gerçeğiyle karşılaşırlar. Böylelikle film, nostalji duygusunun baskın unsur olduğu altın çağ kavramının tarihsel olarak ele alındığında içinden çıkılamayacak kadar karmaşa ortaya çıkardığını gösterir. Gil, yolculuğunu Adriana’nın yolculuğu üzerinden anlamlandırır ve Adriana’nın anlatıda ayna görevini üstlenmesi sayesinde kendisiyle yüzleşir. Bireyin hayattaki tatminsizliği anın tatminsizliği olarak yansımakta ve bu noktada tüm toz pembeliğiyle nostalji duygusu şefkatli kollarını açmış beklemektedir. Oysa herkes kendi zamanına aittir ve Paris her zaman güzeldir.