Nar şehrinde bir şair: Lorca
İspanya’nın en güney ucu. Endülüs toprakları. Sierra Nevadadağlarının kuzeybatı eteklerine tutunmuş Darro Nehri veonun iki yakasındaki Elhamra ve Albaycin tepeleri boyuncauzanan, denizden uzak bir Endülüs şehri: Granada. Şairin evi.Nar şehrinin şairi Federico Garcia Lorca’nın evi. Lorca, adınınhakkını verecek kadar çok kültürlü bu zengin nar şehrindedünyaya geldiğinde, İspanya’nın deniz aşırı son kolonilerinide (Küba-Filipinler) kaybettiği bir zamana yani 1898’e aityaslı bir yaz mevsimine adımını atmıştı aslında, kendinintaşrasında, Fuente Vaqueros kasabasında başlayan bir hayat!
- "Tanrı’nın bağışıyla bir gün üne kavuşursam bu ünün yarısı, beni yetiştiren ve ben yapan -doğuştan şair- Granada’ya ait olacaktır" F.G. Lorca
İspanya, gözünü denizaşırı uzaklardan çekip kendi içine doğru dönmüş, Lorca Granada’da doğmuştu. Doğmuş ve gözünü açtığı bu topraklara kavuşmayı istemişti kalan ömrü boyunca. Ait olduğu ne varsa, buradan sirayet etti zaten ruhuna. Şiirinin, tiyatro oyunlarının, şarkılarının ve varlığının teminatı olarak anladı ve anlattı Granada’yı. Nereye giderse gitsin, hep bu şehirden bahsetti. Dışındayken dönmeyi, içindeyken kaçmayı düşündüğü garip bir sığınak. Granada Lorca’dan, şair şehirden, ölüm şiirden geçiyordu. Lorca’nın ruhundan taşan sözü şuydu: "Granadalı olmanın, bende zulüm görmüş olanlara -tüm Granadalıların içinde taşıdığı çingeneye, zenciye, Yahudi’ye, Faslıya- karşı sempati yarattığına inanıyorum."
Şairden önce ya da sonra her daim çingene ruhlu bir şehirdi Granada. Lorca’ya benzeyen taraflarıyla İspanya’nın içindeki başka bir İspanya. Kuzey Afrika esintileriyle meşhur, Arap aksanıyla, göğüne çekilmiş yakarışları, o bitimsiz rüzgarlarıyla. Meşhur ve kadim. Ama İspanyolca bir şarkının tam ortasında gibiydi sokakları, uzaktaki kılıç sesleri, yakındaki Akdeniz havası. Bazen sırları, savaşları ve Flamenko danslarıyla coşkun, bazen de kendisiyle dertleşmekten yorgun. Gırnata adı, nam-ı diğer nar şehri, ebedi bir göçmen yurdu. Lorca -söylemeyi çok sevdiği üzere bir Granadalı idi. Çocukluğu, ilk gençliği, hevesi, tutkusu ve yalnızlığı Granada’ydı. Burada başladı, burada başardı. Gallo (Horoz) adlı -iki sayılık ömrüne rağmen dikkatleri üzerine çeken- dergisiyle Granada’daki sanat-edebiyat çevrelerine selamını Granadalı Lorca olarak göndermişti.
Granada Gazeli
Lorca olmaya giden o yolu bu şehirde yarılayacaktı. Önce bir Cizvit okulunda, ardından Granada Üniversitesi’nde okudu. Madrid’e yerleşmeye karar verdiğinde 21, yolu New York ve Güney Amerika’ya düştüğünde 32’sindeydi. Hayatı Granada’dan, dünyayı şiir ve tiyatronun kürsüsünden seyretmişti. 1930’da nihayetinde ülkesine, şiirine, şehrine geri dönecekti şair. Lorca’nın umudu ve umutsuzluğu, aynı pencerelerden baktığı uzak bir ülkenin resmiydi sanki. Çılgınca sevdiğini söylediği bir şehir ve aynı tutkuya ait olduğu şiddetinden belli bir serzeniş; "Granada'yı içinde yaşadığı büyülü uyuşukluktan sarsmak için ne yapmalı, Tanrım?"
Gırnata/Granada şehri, Granadodan (nar) ve Gar-anat (göçmenler yurdu) gibi iki güçlü imge üzerine kuruludur. Tarihi mirasından kaynaklanan çok kültürlü yapısı ve Endülüs ruhunu taşıyan iklimiyle, adını aldığı nar ağaçlarının gölgesinde uzun yıllar huzur içinde yeşermeyi başarmış Granada. Berberilerin, Yahudilerin, Çingenelerin ve Müslümanların birlikte yaşadığı, tüm göçmenler adına bir esenlik yurdu olarak anılmış zaten tarih boyunca. Nar, göçmen, Granada. Bir ve çok. Bu bağlamda Lorca’nın, Aragon-Kastilya ittifakının, 1492'de Müslüman Gırnata'yı (Granada) ele geçirmesini -Katolik varlığı dışındaki bütün unsurların yok edilip, iki milyon elyazması kitabın yakılmasına atıfla- "kültürel felaket" olarak tanımlamasının, Endülüs kimliğiyle genişleyen bazı anlamları var elbette. Şairin bu anlamların içinde ikâmet ettiğini, şehrin iki kurucu imgesine kültürel olarak bağlılığını gösteren o bütüncül bakışında görüyoruz zaten.
Lorca’nın Ölü Çocuğa Gazel’i, "Granada'da her öğleden sonra / Her öğleden sonra bir çocuk ölür" dizeleriyle açılıyor. Ölüm Lorca’nın kapısını bir öğleden sonra vakitsiz yurdunda yani Granada’da çaldı. İki silahlı adam ve bazı tehdit mektupları. Yine de terk etmedi şehrini. Ölümü görkemli bir cesaretin ortasında bekliyordu, varlığına tetik düşürmeye cüret edemezlerdi. "Bir şairi öldüreceklerine ihtimal vermiyorum", diyordu Granada’ya gitmeden önce. Ama kara, kapkaraydı müfrezeler.
Bazı ölmekler ve Granada. Bir akşamüstü saat beşte. Akşamın gölgeleri yüzüne düşerken, saat beşti bütün saatlerde! Lorca’yı götürdüler, Granada’da saat beşte. Franco’nun adamları tarafından 19 Ağustos 1936 sabahı Viznar-Alfacar yolu üzerinde arkadaşlarıyla birlikte kurşuna dizildiğinde 38’indeydi.
Lorca doğduğu şehirde ölmüştü.
Elhamra Sarayı'na, Generelife Bahçeleri'ne, dar sokaklı mahallelerine, portakal bahçelerine, misket limonuna, yaban mersinine, nar ağaçlarının gölgesine ve yaslı sabahlara elveda diyecekti şair. Gitarıyla birlikte gömülmeyi vasiyet ettiği şiirinde, bir rüzgâr gülündeki ebedi uykusunu anlatacaktı. Cansız bedeni hiçbir zaman bulunamasa da, çingene kadınlarının omuzlarında taşınarak, kederli bir merasim eşliğinde ağıtlarla uzaklardaki bir tepeye defnedildiği yönündeki efsane etkisini hiç yitirmedi. Oysa Lorca çoktan Granada’nın ruhuna göçmüştü bile. Cenazesi, şiirleri ve vasiyeti hâlâ aynı yerde, nar ağaçlarının sonsuz gölgesinde bekliyor.