Montpelli̇er’de bi̇r zamanlar

Montpellier.
Montpellier.

Orada geçirdiğimiz günleri hiç unutmam. 2010 yazı. Fransa’nın güneyinde bir kasaba: Sète. Tanpınar’ın üstadı Valèry’nin mezarını ziyaret ettiği yer. Voix Vives Şiir Festivali’ne davetliydik. Aslı da gelmişti benimle, yeni evliydik. Salih Bolat ile üstadımız Özdemir İnce de o yıl memleketimizden katılan diğer şairlerdi… Salih’i pandemide yitirdik. Sète’nin renkli panjurlarla ışıyan dar sokaklarında sabahları karşılaşırdık boyuna. O yürüyüş yapardı, biz de Aslı ile bitip tükenmek bilmez keşif gezilerimizi…

Altı gün kadar kalmıştık yanılmıyorsam. Birçok Akdeniz ülkesinden çok sayıda şairle birlikteydik. Bir kısmıyla arkadaş olduk. Bir akşam, yemek sonrası, hangi şiir etkinliğine gitsek diye bakınırken sokakların birinden gelen saz sesini hiç unutmam; yazmış olmalıyım. Lübnanlı bir genç adam, Neşet Ertaş çalıyordu:

“Dane dane benleri var yüzünde…” Fransızlar da kendilerince dans etmekte. Gidip yanlarına, bak arkadaş bu müzikte öyle değil böyle oynanır, diyerek yol göstermiştik, madem sevdin türküyü, hah, kaldır kollarını şöyle… Özdemir ağabeyle birlikte konuşmacı olduğumuz etkinlikte Batılılara biraz Karac’oğlan, biraz da Yunus anlatmıştık. Şaşkınlıkla dinlemişlerdi.

Beşinci günümüzdü sanırım, o gün bir programımız da yoktu. Dersten kaçarcasına bir heves… Atladık Aslı ile Sète’de bir trene; garın önünde çekilmiş çok güzel bir fotoğrafı durur bende. Başta adını söylemek hoşumuza gitmişti kentin. Montpellier diye yazılıyor da okurken şöyle bir dudak büzüyor insan, bir tavırlar, bir görümce hareketleri; Monpölyö diye ünleniyor. Sevimli gelmişti. Bizim için bir yere gitmek, hep yeni bir heyecan oldu her zaman. Eh gidiş dönüş de aşağı yukarı bir buçuk saat çekiyor. Tamam demiştik.

Bir karşılaştırma yapacak olsak, sosyokültürel açıdan bizim Eskişehir denebilir Montpellier’ye. Öğrenci şehri. Dört üniversitesi var. Paris’ten üç buçuk saat, kötü değil. Bir kere Akdeniz hemen yanı başı; Akdeniz, en büyük tutkumuz. İklimi ılıman, Paris gibi depresif değil. Mimarisi pek tatlı, insanları sıcak, çok sayıda Türk öğrenci var, Fransa standartlarına göre normal, İstanbul’a göre ufacık bir şehir. Barbaros Hayrettin Paşamız, Cezayir'den dönerken bakıyor burası korsanların elinde, akıllı olsunlar diyerek hemen kuşatıyor şehri. Kısa süreliğine. Uzaktan böyle bir yakınlığımız da var.

Komedi Meydanı.
Komedi Meydanı.

Şehrin merkezi Komedi Meydanı, Place de la Comédie. Meydanda Ramazan diye bir dönerci dükkânı vardı o zamanlar, halen durur mu bilemem. Fransa’ya gelmişiz, döner yiyecek halimiz yok ya. Çok severim ayrı, fakat gittiğim kentlerde, yerel tatlarının peşine düşmek isterim.

Akdeniz’in yanı başı dedik, plaja bisikletle gitmek daha doğru, biraz uzak, yollardaki yeşil çizgiden ayrılmayan gider yüzer. Bana ne yeşil çizgiden falan derseniz kaybolunacak hoş mahalleler var. Antigone mesela! Her yerde ve daima, sokaklarda kaybolmayı çok severim. Sonra tramvay ucuz, buna rağmen bilet kontrol nadir. Punkçısı, evsizi, serserisi bol, renkli bir kent. Adım başı sigara isteyen abiler çıkabiliyor karşınıza arada derede. İçiyorsanız verin yazık; biz içmediğimizden yardımcı olamadık.

Setê.
Setê.

Meydana beş dakika uzakta dünyanın ilk tıp okullarından biri var. Dünyadaki en eskilerden… Sonra Avrupa orta çağında, Rabelais burada öğrenciymiş, ders de vermiş mezun olduktan sonra. Oradan Place Albert Durağı’na geçelim hele, solda Jardin des Plantes görünecek: Fransa'nın ilk botanik parkı, çok iyi, gidilir. Derken rastgele sokaklara dağılmalar, çok sevdiğimiz.

İki kişinin zor sığabileceği aralıklardan çıkılan serin caddeler. Delice espressolar yanında çikolata getiren öğrenci kahveleri. Belediye binasında karşılaştığımız kocaman Fazıl Say afişi. Ertesi gün orada konseri vardı Say’ın…

Abidin Dino, Güzin’e yazdığı mektupları, buradaki bir hastaneden yazmıştır. Enver Hoca, bu şehirde, bir başka nefis üniversitede okumuş, Montpellier Üniversitesi’nde. Lévi-Strauss da burada, 1940’ta öğretmen. Flaubert’in mektuplarından biliyoruz, büyük ustanın yeğenlerinden biri meydana yakın bir yerlerde ticaret yapmış zamanında. Flaubert’in adaşı Courbet’nin, kentin müzesi Musée Fabre’de resimleri var. Hatta Auguste Comte bile buralı. Yukarıda Valéry’i anmıştım, o da liseyi burada bitirmiş.

Kısacası, bizim için unutulmayacak bir geziydi. Nefis bir gün geçirmiştik Montpellier’de. Dönüşte, pencereden dışarıyı izleyip Akdeniz’e, şiire, hayata tekrar bakıyorduk güvenle… Unutulmaz… Hiç unutulmaz…