Modern ve büyüleyici: Taşkent
Taşkent, doğrusu rüya şehirlerimden biri değildi.Bunun bir şehirden neler beklediğimleilgili olduğu elbette aşikâr. Modern bir şehirbeni nasıl büyüleyebilirdi ki! Parlak vitrinlerin,yüzü siyah camlarla örtülü yüksek binaların,estetikten yoksun apartmanların bana, insanasöyleyebilecek nesi olabilirdi!
Taşkent’e ilk iki gidişim bilimsel toplantılara katılmak amaçlıydı ve her ikisi de iki günle sınırlıydı. Bu kısa ziyaretlerde gerçekten de Taşkent’in sadece modern yüzünü görebilmiştim ve doğrusu pek sevmemiştim. Üçüncü gidişim ise Devlet Özbek Dili ve Edebiyatı Üniversitesi’nin davetiyle gerçekleşti. Bu sefer üç haftalık uzun bir zaman dilimi vardı önümde. Bir yandan üniversitede Türk edebiyatıyla ilgili dersler verecek, bir yandan da şehri, ülkeyi ve kültürünü tanımaya çalışacaktım.
Taşkent’in, “taşra” kelimesindeki “taş” ile ilgili olduğunu sanıyordum. Türkçemizde “dışarı” ve “dış” şeklinde yaşayan kelimenin, Taşkent’e, Ulu Türkistan’ın dışında, kenarında kaldığı için ad olduğunu düşüyordum.
Özbekistan’ın kuzeydoğusunda yer alan Taşkent’in, Kırgızistan, Kazakistan ve Tacikistan’la sınırı var. Etimolojik yanılgımı destekleyen sadece Tacikistan’la olan kısacık bir sınırdan ibaret. Malûm, Kazakistan da, Kırgızistan da hatta ötedeki Doğu Türkistan da Ulu Türkistan’a dâhil. Ancak tarihi kaynaklar şehrin adının gerçekte bildiğimiz “taş” kelimesiyle ilgili olduğunu yani fena bir yanılgıya düştüğümü söylüyor. Taşkent’in tarihteki adı “Çâç” imiş ve “taş” anlamıyla ilgiliymiş. Arapların “Şâş”, Çinlilerin ise “Çö-çi” ya da “Çö-Şi” dedikleri Taşkent, tarih boyunca birkaç kere el değiştirmiş, yakılıp yıkılmış ve her seferinde yeniden imar edilmiş. Bugünkü Taşkent, aynı adlı daha büyük bir coğrafyanın merkezindeki bir şehirmiş ve adı da Binkes imiş. Terken adıyla da anılan şehrin hâlihazırdaki adı 16. yüzyılın sonlarından itibaren yaygınlık kazanmış.
Taşkent, Siriderya’nın kollarından biri olan Çirçik suyunun suladığı düz ve geniş bir araziye kurulmuş.
Çirçik suyu Siriderya’nın bir kolu olmasına rağmen ülkemizin belli başlı nehirlerinden daha küçük değil. Taşkent’in içinden Çirçik suyuyla irtibatı olan bir takım kanalların geçiyor. Küçük birer nehir olan bu kanalların etrafında geniş korular ve parklar var. Bu parkların bazılarının kültürel ve tarihi bir yanı da var. Bunlardan biri Stalin zamanında katledilen yüzlerce aydının adına yapılmış Şehitler Hatırası parkı. İki bin yılında yapılan parkın içinde bir anıt ve estetik mimarisiyle göz dolduran bir cami var.
Bu manada görülmesi gereken parklardan biri de Edipler Hıyabanı’dır. Edipler Hıyabanı’na bir sabah (galiba Taşkent’teki ikinci günümün sabahıydı) Devlet Özbek Dili ve Edebiyatı Üniversitesi’nden bazı hocalar ve bir grup öğrenciyle gittik. Parkın merkezinde Özbek edebiyatının kurucusu ve en büyük ismi Ali Şir Nevai’nin heykeli ve adına dikilmiş bir anıt var. Anıtın önünde öğrenciler ezberden -kimi zaman koro hâlinde- Nevai şiirleri okudular. Onların Nevai’nin bazı şiirlerini ezberden okumalarında pek de şaşılacak bir şey yoktu bana göre. Fakat başka şairlerin; mesela Çolpan’ın, Rauf Parfi’nin, Gafur Gulam’ın anıtları önünde durunca da aynı şey tekrarlanınca hayretimi gizleyemeyerek sordum. Meğer çocuklar bu şiirleri daha üniversiteye gelmeden aile içinde ezberliyormuş. Edipler Hıyabanı’nın, Özbek kültürünü yaşatma ve kuşaktan kuşağa aktarmada önemli bir rolü üstleneceği muhakkak.
Ertesi sabah erkenden Taşkent’in hemen dışında yer alan Zengi Ata Türbesi ve külliyesini ziyarete gittik. Bu sefer de üniversiteden bir hoca ve öğrencileri bana eşlik ediyordu. Zengi (zenci) Ata, Hoca Ahmed Yesevi’nin halifelerinden birine intisap etmiş, zamanla onun halifesi olmuş, Taşkent civarında çobanlık yapmış bir tasavvuf eri. Külliye, geniş ve yemyeşil bir bahçenin içine kurulmuş. Külliyenin içinde bir cami, ziyarete gelenlerin dinlenmesi için bir misafirhane, hemen yanında büyükçe bir mutfak ve “han tahtı” denen yüksek sofralarla donatılmış bir yemekhane var. Bahçenin dışında ise büyük bir hazire... Zengi Ata’nın hanımı Amber Ana’nın türbesi de bu hazirenin içinde. Özbekistan’ın her yanından insanlar akın akın gelip türbeyi ziyaret ediyor.
Şehrin en çok ziyaretçi çeken yerlerinden biri Emir Timur Meydanı’dır. Meydanda Timur’un heykeli ve Emir Timur Müzesi var. Heykelin hemen gerisinde Hotel Özbekistan yükseliyor. Sovyetler Birliği zamanında Orta Asya’nın yönetim üssü gibi de kullanılan otelin ruhsuz yüzü hâlâ KGB’yi hatırlatıyor. Bu meydanın yakınlarındaki parklarda ve sokaklarda Sovyetler zamanından kalma madalyonların, rozetlerin, paraların satıldığı küçük eskici sergileri var. Bu sergilerin gerisinde ressamlar yağlıboya tablolarını satmaya çalışıyorlar. Bir tarafta ise karakalem portre ve karikatür çizen sanatçılar, küçük iskemlelerine kurulmuş müşteri bekliyorlar. Her yer cıvıl cıvıl. Taşkent’te Türkçe okutmanı olarak çalışan Mustafa, Hüseyin ve Fikri ile dolaştık meydanı. Ertesi gün aynı ekip Hazret-i İmam Külliyesi’ne gittik. Halkın kısaltarak “Hast İmam” dediği külliyede Barakhan Medresesi, Tilla Şeyh Mescidi, Muy-ı Mübarek Medresesi, Hazret-i İmam Mescidi, Gaffal Şahşiy Makberesi yer alıyor. Her biri birbirinden önemli olan külliyenin bu yapılarından Muy-ı Mübarek Medresesi’nde Hz. Osman zamanında oluşturulan dört Mushaf’tan biri bulunmaktadır. Deri üzerine kûfi bir hatla yazılmış Kur’an-ı Kerim devasa boyutuyla da dikkat çekiyor.
Taşkent’te; Devlet Müzesi, Romanov Sarayı, Bağımsızlık Meydanı, Japon Bahçesi, Magic City gibi görülmesi gereken birçok yer var.
Fakat ihmal edilmemesi gereken iki mekândan daha söz etmek istiyorum: Birincisi Minor Camii’dir, ikincisi ise Özbeklerin “Çarsu” dedikleri çarşıdır. Minor Camii, birkaç yıl önce hizmete açılmış, klasik üslupta bir cami. Adını inşa edildiği mahalleden alıyor. Tamamen beyaz mermerden yapılmış muhteşem bir ibadethane. Duanın, ibadetin saflığını, temizliğini fısıldıyor insana. Çarsu ise içinde kuruyemişten ete, sebze tohumlarından salçaya, bibere kadar yiyecek-içecekle ilgili her tür ürünün bulunabileceği iki katlı, dairevi, kubbeli bir yapı.“Çarsu”nun renkli hayatı ve cıvıltısı insanı sarıp sarmalayan türden.
Taşkent’te geçen yirmi bir gün sonunda şehirden tuhaf bir büyüyle ayrıldım. Mevsim sonbahardı ve günlerdir hafif bir rüzgâr esiyordu. Bütün sokaklarda, bütün parklarda üstümüze hışır hışır altın yapraklar dökülüyordu.