Mistik bir şehrin portresi: Buhara
Bir şehri -hele de Buhara’yı- sadece iki günde kavramak, kıymetlendirmek herhâlde mümkün değildir. Yine de bir intibadan ya da intibalardan söz edilebilir. Tıpkı bir insanla ilk karşılaştığımızda edindiğimiz intiba gibi bir şeyden söz ediyorum. Bu ilk intiba, sonraki bütün izlenimleri, değerlendirmeleri içeren bir niteliğe sahiptir. Sonrakiler sürekli onu onaylar bir şekilde.
Şehirler için de aynı şey geçerlidir kanaatimce. Sonbaharın serin günleriydi ve sıkı giyinmemiz tembih edilmişti. Fakat tam tersine şehir ve sakinleri, güneşin cömert ışıklarında yıkanmaya devam ediyordu. Sanki yaz bitmemişti. Akşamları gün batımıyla birlikte çöken serinlik bile bu hissin devamlılığına halel getiremiyordu. Buhara, sanki gece gündüz tayflar denizinde yüzüyordu.
Kubbetü’l İslam (bu unvanla anılan üç şehir vardır, diğer ikisi Ahlat ile Belh’tir) olan Buhara, tarih boyunca içinde yaşayan insanların, yaşanan olayların hatta belki görülen düşlerin bir toplamıdır da aynı zamanda. Bir şehrin ruhu, o şehirde görülen rüyalardan, orada metfun olanların ruhundan bağımsız şekillenemez. Buhara’nın ruhunda belki de en çok “Yedi Pir” diye anılan tasavvuf büyüklerinin payı vardı. Abdülhaluk Gücduvani, Muhammed Arif Er-Rivgeri, Ali Rametani, Muhammed Baba Semmasi, Mahmud Encir Fağnevi, Baheeddin Nakşibendi ve Seyyid Emir Külal bu şehirde yetişmiş ve şehrin ruhuna katkıda bulunmuşlardır. Buhara’nın mistik yüzünün oluşmasında bu büyüklerin ölümsüz ve emsalsiz ruhlarının büyük payı vardır. Bu şehri onlardan bağımsız tanımak ve dolaşmak mümkün değildir.
Buhara’yı gerçekten gezmeye ve görmeye gece başladım. Bana kılavuzluk eden arkadaşlarımla ilk gittiğimiz yer Leb-i Havz oldu. Adından da anlaşılacağı üzere, Leb-i Havz, bir havuz etrafında oluşan bir külliyedir. Buhara’ya gelenlerin uğrak yerlerinin başında gelen külliyenin ortasında gerçekten de bir havuz var. Bu havuz şimdilerde geceleri bir renkli ışıkların aynası oluyor. Havuzun hemen yanında bir Nasreddin Hoca heykeli var. Türk dünyasının en kadim şehirlerinden birinde Nasreddin Hoca heykeli görmek elbette çok anlamlı bir şey. Onun adı da, ruhu da bütün Türk dünyasında dolaşmaya devam ediyor. Biz onun Akşehirli olduğunu söylüyoruz, Özbekistanlı kardeşlerimiz ise Buharalı olduğunu… Doğu Türkistan’dan Balkanlar’a kadar büyük Türk coğrafyasının her köşesinde adı biliniyor, fıkraları anlatılıyor. Onun heykelinin önünde durup Özbekistan Türklüğü ile Anadolu Türklüğü arasındaki bağların nasıl örüldüğünü düşündüm.
Leb-i Havz külliyesinin içinde medreseler varmış. Şimdilerde hediyelik eşya dükkânları olarak kullanılıyorlar. Birkaç tanesinde ise minyatür yapıp satan sanatçılarla karşılaştık. İçlerinden ustalıkta ileri olduğunu düşündüğüm birisiyle uzun uzun sohbet ettik. Eskiden bir üniversitede hoca imiş. Fakat aldığı maaşı bazen tek bir minyatürden kazanabildiği için akademiden ayrılmış ve bütün vaktini bu işe ayırmış. Bu sanatın uzmanı olmasam da az çok sanatla ilgilenen birisi olarak işinde gerçekten de çok başarılı olduğunu fark ettim. Hatta birkaç minyatüre göz koydum. Ertesi gün uğrayıp alırım düşüncesiyle vedalaşıp ayrıldık. Fakat ertesi gün pazardı ve maalesef minyatürcümüz dükkânını hiç açmadı.
Külliyenin sokağa bakan cephelerinde lokantalar var. Bu lokantalarda Özbekistan mutfağının farklı lezzetlerini tatmak mümkün. Bu lokantalarda çalışan garsonların çoğu Türkmenistanlı. Lehçe yakınlığı dolayısıyla onlarla anlaşmak daha kolay.
Buhara’nın sembolü olan Minare-i Kalan’a öğleden sonra gidebildik. Minare-i Kalan, büyük bir külliyedir ve adını 47 metre yükseklikteki minareden almaktadır. Orta Asya mimarisinde minareler de kalın gövdelidir ve bir kuleden ayırt edilemez. Daha önce Semerkant’ta gördüğüm kulelerden sadece görkemi ve yüksekliği ile ayrılan Minare-i Kalan, kufi hatlarla ve turkuaz çinilerle süslenmiş. Eskiden kervanların Buhara’yı kolay bulmaları için minarenin tepesinde geceleri ateş yakıldığı da rivayetler ediliyor.
Menare-i Kalan, Kalan Medresesi ve Kalan Camii büyük bir meydanın ortasında. Kalan Camii son derece görkemli bir yapı. Cengiz Han, şehri işgal ettiğinde camiyi kastederek; “Burası sultanın sarayı mı?” diye sormuş. Cengiz Han, bu işgal sırasında iç kaleyi koruyanlara kızıp bütün şehrin yakılmasını emretmiş. 1121’de Batı Karahanlı hükümdarı Arslan Han tarafından cami, bu yangında büyük hasar almış. Caminin karşısındaki medresede ise hâlâ eğitim-öğretim faaliyeti devam ediyor. Medreseyi gezmemize bu yüzden izin verilmedi. Devasa demir kafeslerin gerisinden medresenin avlusuna baktım. Balkonlarda çamaşır seren üç beş medrese talebesi gördüm.
Bu büyük meydan sabahtan akşama kadar binlerce turist ağırlamaya devam ediyor. Dünyanın her yanından, farklı ırklara, dinlere, kültürlere mensup insanlar akın akın buraya geliyor ve buradaki görkemi hissetmeye çalışıyor. Caminin avlusunda tek bir ağaç var. Onun gölgesinde biraz oturup tarihin uğultusunu dinlemek mümkün. Cengiz Han’ın işgalinin dehşeti, yangının içinden yükselen çığlıklar, at kişnemeleri, kılıç şakırtıları, medrese talebelerinin uğultularına, minareden yükselen ezana karışıyor. Şehrin ruhu, tarihin tozlu sayfalarında tütüyor.
Sokaklarında dolaşırken yüzyıllar öncesine seyahat etmekten kendinizi alamayacağınız Buhara’da son uğrak yerimiz Ark Kalesi oldu. Şehrin kuzeyinde ve nispeten dışında yer alan bu yığma kalenin kurucusunun Siyavuş olduğu rivayet ediliyor. Tarihin farklı dönemlerinde Buhara’nın uğradığı işgaller sırasında yakılıp yıkılan kalenin, son olarak 1920’de bir iç savaş sırasında, son Emir Âlim Han tarafından, Rusların kalenin mahremini öğrenmelerine engel olmak amacıyla bombalatıldığı söyleniyor. Ark, zaman zaman bir hükümet merkezi gibi de kullanılmıştır. Kalenin içindeki yapıların bir kısmı bakanlar tarafından kullanılan odalar ve bürokratlara ait resmi dairelerden ibarettir. Ark, Buhara’nın merkezindeki yapılardan oldukça farklıdır. Burada şehrin mistik atmosferinden eser yok. Çok başka ve nispeten modern bir yer Ark. Doğrusu Ark’ı hiç sevemedim ve ziyareti mümkün olduğu kadar çabuk bitirdim.
Ertesi sabah erkenden tren istasyonuna gidip Taşkent’e doğru yola çıkarken içimde büyük bir tortunun biriktiğini fark ettim. Buhara’da ölünceye kadar yaşamak istiyordum.