Maine'nin tekinsiz masalcısı: Stephen King
Devasa bir orman arazisinin içinde yer alan, huzur dolu sokakları,yemyeşil doğası, sakin akan ritmi ve 1 milyonluk nüfusuyla,okyanus kıyısında kendi hâlinde yaşayan küçük bir Amerikaneyaletinin resmini çizebilmek mümkün müdür? Ahşap kiliseler,eski otomobiller, terk edilmiş gibi duran restoranlar, serin rüzgârlarve Maine.
Huzur dolu bu eyaletin, her güzel hikâyede olduğu gibi huzursuz bir anlatıcısı var. Sessizliğin derinliğinde kendi çığlıklarını duyan, tam da bu dışa dönük masumiyetin içindeki dehşet’i gören ve Maine’in sakin atmosferini hayal gücünün hücumlarıyla yeniden kurgulayan bir anlatıcı.
Maine -aslında- modern çağın ürpertici seslerinden korku-gerilim türünün ikonik yazarı Stephen King’in yaşadığı yer ile yazarlığı arasındaki en kısa mesafenin adıdır. Yaşadığı, yazdığı ve terk edemediği bir mekânın her defasında kendini yeniden üreterek var olması, yazarın eserlerini/edebi kudretini besleyen bir temrine dönüşmesiyle asıl anlamına kavuşacaktır zaten. Mekân kendi iç kurgusunu yaratır. Maine-King ilişkisi bu bağlamda; yaratıcılığı törpülemeyen güçlü bir alışkanlık, köklü bir bağlılıktan ziyade mekânı odağına alma dürtüsü ve yazarın şehrin sokaklarıyla zihninin koridorlarında aynı anda yürüyebilme kabiliyeti olarak da okunabilir.
Hikâyelerini, kadim zamanlarda olduğu gibi büyük heyecanla bir ateşin etrafına toplanmış insanlara değil, modern bir anlatıcı olarak farklı dillerde onu derin bir arzuyla dinleyen milyonlarca okuruna anlatıyor King. Bir eski zamanlar anlatıcısı değil elbette, bugünün hikâyesini yazıyor, farklı araçlarla belki ama kesinlikle aynı tutkuyla. 1947 yılında Kanada sınırındaki bu şirin eyaletin Portland şehrinde doğduğu günden beri, zorlu bir hayat yolculuğunun içinde kendi hikâyesine tutunarak ayakta kalmaya çalışan bir yazar. Evini terk eden babasına ait tozlu bir sandığın içinde bulduğu korku-fantastik türündeki kitapları hınç dolu bir umutla okumasıyla başlayan o ilk taarruz, ruhunda aralanan fırtınalı bir kapıyı işaret ediyordu. Yazı makinesi çalışmaya başlamıştı. 1974 yılında yayımlandığında büyük ses getiren ilk romanı Göz (Carrie), yarım asırdır süren King efsanesini doğuracak ilk taşın adıydı. Sonra zaten yağmur gibi yağdırdı kelimelerini üstümüze. Tekinsiz bir sis bulutunun altında gözümüzü kırpmadan okuduk yazdıklarını.
Maine’in tekinsiz masalcısı King, doğup büyüdüğü şehir için bir endüstri aynı zamanda. Roman ve hikâyelerinde yer alan temalar, mekânlar ve karakterlerden esinlenerek yapılmış hediyelik eşyalar, posterler ve oyuncaklarla birlikte, küçük sinemalarda gösterilen King uyarlaması filmler, adına düzenlenen edebiyat turları ve on binlerce hayranının korku edebiyatı haccı olarak gördüğü Bangor kasabası ziyareti gibi etkinlikler, Maine eyaleti için küçük çapta bir Stephen King endüstrisi anlamına gelen faaliyetler arasında. Stephen King’in birçok eserinde kullandığı, Derry, Castle Rock ve Jerusalem’s Lot adlarını verdiği üç kurgusal kasabadan, özellikle, palyaço Pennywise’ın evi olan Derry’in sinema filmleriyle tavan yapan popülerliği, yazarın yaşadığı yerden ilhamla kurguladığı Derry’in aslında Bangor kasabası olduğunu söylemesiyle daha da ilginç bir hâl alarak, ziyaretçi trafiği yönünden çılgınlık seviyesinde bir ilgiye mazhar olacaktır. Mekânın, kurgu eliyle kendi gerçekliğine dönüşmesini Maine-King örneğinde en güçlü şekilde görebilmek mümkün.
Korku’nun taşrasında
Stephen King, kısa bir Colorado ve İngiltere maceraları dışında, has mekânı, gotik evi, roman sahnesi, ilk aşkı, iyileştirici yalnızlığı, ebedi taşralılığı, ilk gençliği ve hep çocukluğu olarak tebarüz eden doğup, büyüdüğü huzur adası Maine’den ayrılmayı hiç düşünmedi. En sevdiği şehrin New York olduğunu söylemesine rağmen, sizi Maine’li yapan şey nedir sorusuna; “Ben bir taşra insanıyım. Dört-çeker bir pikabım var. Berbat yollar ve uzun bir kış’’ cevabını verecek kadar tutkulu bir aidiyeti vardı aslında yaşadığı yere. Burada yaşamaya mecbur değildi, adına yeryüzünün tüm kapıları açıktı. Ama iradi bir tercihle kurduğu dünyasının doğal ritmine dahil olmayı seçti. Bu zorlu sessizliğin içinden Stephen King olarak sağ çıkmayı başarmıştı çünkü. Hayal gücüyle köpürttüğü sessizlikten payına düşecek, kendine ait bir dünyaydı aradığı, aradığını yani Maine’i doğduğu gün bulmuştu zaten. Sonra sürekli tahkim etti bulduğu şeyi.
Stephen King’in Bangor’daki 40 yıl boyunca oturduğu, giriş kapısında örümcek ve yarasa motifleri olan, gotik mimarisi ve ikonik görünümüyle dikkat çeken meşhur malikânesini bırakarak, Lovell kasabasındaki yazlık bir eve taşınması, yaşı itibarıyla turist ordularına karşı biraz daha temkinli davrandığını gösteriyor. Yine de yazarın Stephen King olarak yaşayabileceği en anlamlı yer hâlâ Maine. King bu eyaletin simgesi. Onu Nicky's Cruisin Diner’da yemek yerken görmek hâlâ mümkün mesela. Hatta yazarın bazen, her sabah saat 9’da üzerinde sadist palyaço Pennywise’ın resmi olan bir minibüsle hareket ederek katılımcılarına King romanlarına ilham veren simge mekânları gezdiren, Stephen King Tours of Maine'e bilet alıp tebdil-i kıyafet kendi hatıralarını yad ettiği rivayet ediliyor. Tam King’lik bir eylem.
Bu küçük eyaletin huzurlu sokaklarından çıkardığı korku dolu hikâyelerini başka bir yerde aynı tutkuyla yazabilir miydi, bilinmez. Ama Maine, Stephen King’in bizzat kendisidir. Tekinsiz bir masalcı olarak kalemi eline aldığında dönüp dolaşıp yine Maine’i anlatacaktır bize. Yarım asırdır yaptığı gibi.