Mahallenin havalıları: Alman oyuncaklı çocuklar
Almanya, Avusturya, Belçika, Hollanda fark etmez, birdönem yurt dışında yaşayan herkese "Alamancı" denirdi.Gündüz Vassaf’ın anlattığı gibi; birinin babası Almanya’da,diğerinin babası Hollanda’da çalışan ilkokul çağından ikiarkadaş, mektup yazarken, bir diğeri kendi babasına daselam söylemesini istiyor. Sanıyorlar ki, tüm Alamancılar aynısokakta yaşıyor…
- "Teyzem ‘Alamancıydı’… Yine bir yaz tatiline gelişinde kablolu araba getirmişti bana. Oyuncak araba kablo ile bir kumandaya bağlıydı ama o ilk hevesle o kadar çok oynadım ki, pilleri ilk gün bitti. Ve maalesef bizdeki piller de o arabaya uymuyordu. Onu denedik, bunu denedik olmadı. Bir sene boyunca teyzemin yeni izne gelmesini ve bana pil getirmesini bekledim." (Ahmet Büke)
Alamancılığın yükü ağırdır. Dilini, kültürünü bilmediği bir ülkede ağır işlerde çalışıp yeni bir hayat kurmaya çalışmanın ağırlığı bir kenarda dursun, memlekette onların yolunu gözleyenlerin beklentilerini, umutlarını karşılamanın ağırlığı belki daha fazladır. Evin geçim parası, çocukların okul masrafları, bayram kıyafetleri, kurban parası, kışlık odunu kömürü, düğün yapacak küçük kardeşin çeyizi, traktörün tamir parası, hasatta, bağbozumunda çalışacak işçi parası ve daha niceleri memleketten gönderilen mektubun son satırlarına mahcup ve kısa ifadelerle iliştirilirdi.
"Kızım mektuba bir ayakkabı çizmiş, annesi de ‘kesen müsaitse’ diye not yazmış. Gidip hemen 1 saatte ayakkabısını aldım. Daha memlekete dönmeme 8 ay vardı…" (11. Peron)
Ve bütün bir yıl beklenen o yaz tatili… Arabaların bagajları tıka basa doldurulur, sığmayanlar üst bagaja iplerle bağlanır. 2-3 gün sürecek yolculuk boyunca kavuşma anı sürekli hayal edilir. Hayal edilen bir an daha vardır. Çocuklara verilecek hediyeler ve o anda onların yaşadığı sevinç anı…
- "Babam 1972’de gitti Hollanda’ya. Ben o zaman ilkokul 1’deydim. Her şeyi hatırlayamasam da babamın gidişinden sonra evimizin daha sessiz ve neşesiz olduğunu hatırlayabiliyorum. O yokken telefon geldi, mektup geldi, bant gönderdi diye diye küçük heyecanlarla kendimizi avuttuk.
- Babamın sevdiği yemekler, babamın sevdiği türküler dilimizden düşmezdi. Babamın ilk izne gelişi tam 2 yıl 3 ay 11 gün sürdü. Gelmesine 2 ay kala bize telefon açmıştı. Sabahtan istekte bulunmuş. Mahallemizdeki tek telefonun sahibi olan banka emeklisi amcanın evine gitmiştik utana sıkıla.
- Kızım sana 6 kilo hediye getiriyorum demişti telefonda. Babamın sesini duyunca heyecandan konuşamıyordum, sesimi yutuyordum sanki, ben konuştuğumu sanıyordum ama ağzımdan hiç ses çıkmıyormuş. Babamın söylediklerine çok sevindim, mutlu oldum ama neden 6 kilo dediğini de anlayamadım.
- Gelmesi yaklaştığında bir de mektup gelmişti, mektupta da aynısını yazmıştı, ‘Ayten’im sana 6 kilo hediye getiriyorum’ diye. Artık iyice kafam karışmıştı, 6 kilo hediye ne demekti?
- Annem de buna bir cevap bulamamıştı. Beklenen gün sonunda geldi çattı. Babam bir akşam vakti çıkageldi. Evimiz bayram yerine döndü. Babam hoşbeş faslı bittikten sonra bebekler, ayakkabılar, kıyafetler, kalemlikler, defterler ve çikolatalarla dolu bir çantayı önüme döktü. Gözlerim yerinden fırlamıştı. Nasıl sevindiğimi bugün bile hatırlarım. Sonradan öğrendik ki babam uçakla gelmiş, hayatında ilk defa uçağa binmiş. Bileti aldığı büroya gidip kaç kilo bavul taşıyabileceğini bir güzel öğrenmiş. Uçağın içerisinde yalnızca 6 kilo taşınabileceğini diğer bavulların uçağın altına yükleneceğini öğrenince kendince bir önlem almış.
- Kaybolursa öbür bavullar kaybolsun, kızımın hediyelerini yanıma alayım, onlar olmadan gidemem demiş. 6 kiloluk çantada yalnızca benim için aldığı hediyeler varmış." (Ayten Yıldız Ören)
Almanya’dan gelen oyuncaklar bir döneme damga vuruyordu. Henüz Türkiye’de çocukların elinde daha çok tahta, teneke oyuncaklar varken Almanya’dan gelen pille çalışan robotlar, Mercedes, BMW arabalar, konuşan bebekler çocukların dünyasını çok hızlı değiştiriyordu. Bunlardan birine sahip olmak ayrıcalıklı bir konuma yükseltiyordu sahibini. Okulda, mahallede, sokakta bir anda parmakla gösterilen o "havalı" çocuk oluyordunuz. Diğer çocuklara oynama hakkı verme, oyunun içine dahil etme ya da kuralları belirleme…
Hepsinin doğal sahibi Almanya’da gelen oyuncağı elinde tutan çocuk oluyordu.
O oyuncaklar günün belli saatinde anne babanın izniyle dışarı çıkartılabilirdi ancak. Diğer saatlerde ya kapalı bir dolapta ya da sandıkta veya vitrinde bekletilir, "hemen bozmasın" diye düşünülerek saklanıp gözetilirdi. Zaman zaman eve gelen misafirlerin çocuklarına uzaktan şöyle bir gösterilir, yeterince şaşırdıklarına emin olduktan sonra yine o ayrıcalıklı tavırla yerine kaldırılırdı. Bir mahallede kumandalı Mercedes’i olan bir çocuk varsa doğal olarak ilk "özenilecek" kişi kendisi olmalıydı.
Oysa ne garip, babası bütün bir yıl boyunca yurt dışında çalıştığı için yüzü hiç gülmeyen, her ay "ne zaman döneceksin?" diye mektup yazan, ailesiyle ele ele dolaşıp, parkta oynayanları gördükçe onlara özenen, üzülüp bir köşeye çekilen çocuklar, şimdi diğerlerinin özendiği "o" çocuk oluyordu.
Alamancılık birçok çocuğu yeni ve karışık duygularla tanıştırdı. Özenilmesi gereken anne, baba, çocuk bir arada olan yaşamlar mıydı? Yoksa Almanya’dan gelen çeşit çeşit hediyeler, çikolatalar ve oyuncaklara sahip olan çocuklar mıydı? O çocukların içlerinde neler yaşadıklarını bugün tam olarak anlamak ve bilmek zor. Cevabı yekpare olmayan bir kıyasın içerisinde cevap arayıp durmuş olabilirler mi? Belki de bu göç yolculuğunun hiç akıllara gelmeyen, hesap edilmeyen bir tarafı ortaya çıkmıştı ve kendiliğinden bir şey öğretiyordu onlara… "Kıymetli" olanın ne olduğu.