Londra günlükleri 1: 'Mind The Gap'den beş çayına
Londra, 2018 kışında yüksek lisans yapan arkadaşlarımın evinde 15 günlük seyahatimin ardından geçen yıllara ve gördüğüm farklı ülkelerin pek çok şehrine rağmen hem çok sevdiğim hem de kendimi rahat hissettiğim dünya şehirleri listemde ilk sıradaki yerini koruyor. Elbette bunun pek çok sebebi var. Gezip gördüklerimi anlatırken yeri geldikçe bu sebeplerin bazılarını sizinle de paylaşacağım.
Arkadaşlarımın Wembley Stadyum manzaralı evinden çıkıp metro durağına doğru ilerliyorum. Burada metroya “Tube” diyorlar. Yolda karşılaştığınız Underground tabelalarının sizi metroya, Subway tabelalarının alt geçide götüreceğini bilmenizde fayda var. Metroya bindiğinizde defalarca duyacağınız şöyle bir uyarı olacak: “Mind the gap between the train and the platform!” Bu uyarı dünyanın en eski metrosunda olduğunuzu unutmamanız için bazı duraklarda “trenle zemin arasındaki mesafenin çok açık olduğunu” hatırlatacak. Öyle bir açıklık ki dikkatli olmazsanız bu boşluğa ayağınız sıkışabilir. Hem yazılarla hem de anonslarla sürekli hatırlatılan bu uyarı cümlesi o kadar popüler ki hediyelik tişörtlerin ya da kupaların üzerinde de sık sık karşılaşacaksınız.
Kısa bir tarihçe
Şehrin dışındaki Zone-4 bölgesinden şehrin merkezine yani Zone-1 ve Zone-2’ye varmak için bir aktarmayla bir saate yakın yol alacağım. Böylece dünyanın en eski metrosuyla yolculuğun tadını çıkarırken Avrupa’nın en büyük şehrinin tarihçesine de göz atmak için bir fırsatım olacak. Londra; 14 milyonu aşkın nüfusuyla çok kültürlü, çok dinli, çok enerjik ve pek çok Avrupa kenti gibi nehir üzerine kurulmuş bir metropol. Thames Nehri, köprülerinden iki yakasındaki sayısız tarihi ikonalarına kadar geçmişten günümüze cazibe merkezi olmayı sürdürüyor. Şehir her dönem sanat, finans, turizm, eğlence, moda, sağlık, medya ve eğitim konularında diğer Avrupa başkentlerine öncülük ediyor. Belki de bu nedenle Avrupa’nın da başkenti olarak kabul görmüş.
Romalılara kadar uzanan tarihi ve o günlerdeki ismi ile Londinium 1. yüzyılda Romalıların ticaret merkeziymiş. Merkez olmayı hiçbir zaman bırakmayan ve zamanla London olarak anılagelen şehir iki kadim bölümden oluşuyor. Birincisi The City of London ki bu kısma genelde The City diyorlar ve birazdan onun tam merkezinde metrodan inmiş olacağız. Diğeri ise önümüzdeki sayılarda gezeceğimiz The City of Westminster yani şu anda parlamento binası ve Buckingham Sarayı'nın olduğu yerdir.
Şehrin kalbi: Trafalgar Meydanı
Bir şehri gezmeye nereden başlarsınız? Ben tam kalbinden başlar, rotamı o kalbin etrafında hâle gibi genişletirim. O nedenle Tube’dan Charing Cross durağında inip Londra'nın merkezine geldim. Ortasında Nelson Sütunu bulunan bu meydan, adını Amiral Horatio Nelson komutasındaki İngiliz donanmasının, Fransız ve İspanyol donanmalarını yendiği 1805 yılında yapılan Trafalgar Savaşı’ndan alır. 1820'de IV. George tarafından alanın düzenlenmesi için dönemin peyzaj mimarlarından John Nash görevlendirilir. 1845 yılında İngiliz Mimar Charles Barry'nin yaptığı çalışmalarla da meydan bugünkü hâlini alır. Meydandaki aslanlar kalabalık halk kitlelerinin toplanmasını caydırmak için tasarlanmışsa da sonrasında bunun tam tersi bir etkiyle halka cesaret vermiştir.
Meydandaki Nelson Sütunu’nun alt tarafında bulunan bronz işlemeler Nelson’un efsanevi zaferlerini anlatmaktadır. Trafalgar Meydanı’nda yaşayan güvercinler her yıl bir tondan fazla kirliliğe ve bunun temizlenmesi için 100.000£’dan fazla maliyete sebep olsalar da Amiral Lord Nelson’un heykeli hiçbir zaman kirlenmez. Çünkü güvercinleri engelleyen bir jelle kaplanmıştır.
Meydana dair ilginç bir detay da sadece Londra’nın veya İngiltere’nin değil, dünyanın en küçük polis karakoluna ev sahipliği yapması… Karakol bir sokak lambası direğinin içerisinde yer alır ve tek odadan oluşur. Bu bölümde sadece bir polis memuru bulunur.
Meydanın güzel yüzü: National Gallery
Londra’nın en önemli galerilerinden biri olan National Art Gallery’nin ana giriş kapısı bu meydana bakar. Dünyanın dört bir yanından ziyaretçiler meydandaki havuzun önünde galeriyi sırtına alarak poz vermeden müzeye girmez. Ben de öyle yaptım, fotoğraf çektirdikten sonra Da Vinci, Van Gogh, Van Eyck, Cezanne, Rembrandt, Caravaggio, Bellini gibi önemli ressamların eserlerini görmek için müzedeyim. Bu arada Londra’da National Gallery dahil pek çok müze ücretsiz ziyaret ediliyor. Hâl böyle olunca sayısız eser bulunan devasa müzelere vaktiniz varsa tekrar tekrar gelebiliyorsunuz.
2300’den fazla parçanın olduğu bir koleksiyona ev sahipliği yapan müze, Paris'teki Louvre ve Madrid’deki Prado Müzesi'nin aksine var olan bir kraliyet ya da özel koleksiyonun üzerine kurulmadı. 1824 yılında İngiliz hükümeti, banker John Julius Angerstein’dan 36 tablo satın aldı. Bu tablolar müzenin ilk eserleri oldu. O zamanki yöneticisinin çabaları ve yapılan bağışlar müzenin koleksiyonunun üçte ikisini oluşturdu. Sonuç olarak Avrupa’daki diğer ulusal galerilerle karşılaştırıldığında küçük boyutta bir koleksiyona sahip olsa da hem önemli parçaları toplamış hem de bir dönem Avrupa’da kendi kalıcı koleksiyonunu sergileyebilen birkaç galeriden biri olmuştur. Bir diğer orijinal yanıysa ön yüzünün yapıldığı günden beri hiç bozulmamış olmasıdır.
Covent Garden’da beş çayı
Günün yorgunluğunu atmak için son durağım eskiden bir pazar yeri, günümüzde ise alışveriş merkezi olan Covent Garden oldu. Orta Çağ'da bu bölgede sebze ihtiyacını karşılayan tarlalar varmış. 1540 yılında Kral VIII. Henry bu alanı Bedford düküne vermiş. 1632 yılında dönemin Bedford dükü bölgenin yenilenmesine karar verince İtalyan meydan mimarisinden etkilenerek Londra’nın ilk halk meydanı inşa edilmiş. Sivil savaşın başlaması ile Covent Garden ve çevresindeki varlıklı kesim de zor durumda kalmış. Meydan boş kalınca yapıların çoğu dükkân olarak kullanılmış. 1830 yılında merkezine bir pazar binası inşa edilmiş. Sonrasında binaya cam bir çatı eklenmiş. 1870 yılında çiçek pazarı ve 1904 yılında Jubilee pazarının eklenmesi ile kompleks günümüzdeki görünümünü almış. Biraz dolaştıktan sonra The Tea House’a oturdum. İngilizlerin meşhur beş çayı ritüeli için arkadaşlarımın gelmesini bekliyorum.