Kalbimde çoğalan şehir: Bakü
Bakü, Sovyet Rusya’nın ayakta olduğu günleri idrak edenler için uzak bir rüyadan başka bir şey değildi. Bizim kuşak, Stalin ve Mao’nun birbiriyle örtüşen korkunç imgeleri ve bu imgelerin tekilleşen anlamıyla büyüdü. Özellikle memleket evladı olanlar için bu imgenin anlamı zulüm, korku, dehşet, katliam gibi kelimelerle çoğalıyordu. Doğu Türkistan’a dair bilgilerimizin daha kıt olduğu dönemlerdi ve daha çok Sovyet Rusya’nın geniş coğrafyasının büyük bir kısmında soydaşlarımıza zulmedildiğini, zorla milli ve dini kimliklerinden uzaklaştırıldıklarını duyuyorduk. Yine de gerçekler, kulaklarımıza küçülerek ulaşıyordu. Galiba devletimiz de korkuyordu bu heyuladan.
Yine de talihli bir kuşak sayılabiliriz. Çünkü 90’lı yılların hemen başında bu devasa, bu korkunç gölgenin büyük bir hızla yok olduğuna şahitlik ettik. Ardından Hocalı Soykırımı ve Karabağ’ın işgaline şahitlik ettik. Bunu talihsizlik hanemize yazdık. Tam olarak şöyle özetlemek doğru olur sanırım: 1991’de Türk Cumhuriyetlerinin ve tabii Azerbaycan’ın bağımsızlığına şahitlik etmenin keyfini tam olarak çıkaramadan Karabağ’ın işgali gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kaldık. Her ikisini de gözyaşlarıyla karşıladığımı hatırlıyorum.
91’de bir gün Bakü’yü görmeye dair içimde beliren ümit, sebepli sebepsiz hep ertelendi durdu. Bağımsızlıktan tam yirmi beş sene sonra (düşündükçe ne kadar uzun ve tahammül edilmez bir süre olduğunu daha iyi anlıyorum) bir yaz günü (Hazirandı galiba) Atatürk Hava Limanı’ndan kalkan THY uçağıyla Bakü Heydar Aliyev Havalimanı’na indik. Bunun gerçekliğini kavramak hiç de kolay olmadı. Gümrükten geçerken, valiz beklerken hep bir şüpheyi besleyen sorular sorup durdum kendime; “Gerçekten Bakü’de miyim? Burası gerçekten de anonsların da ihtar ettiği gibi Bakü Heydar Aliyev Havalimanı mı?” Bizi kim karşıladı, havaalanından nasıl çıktık hatırlamıyorum. Belki de kimse karşılamadı. Fakat küçük bir kafile olduğumuzu biliyorum. Kafilede, Prof. Dr. Ramazan Korkmaz vardı, İsa Kocakaplan vardı, Serhat Kabaklı vardı. Ve başkaları da galiba.
Havaalanından Bakü’ye giden yolun iki yanında yükselen taş duvarlar dikkatimi çekti. Anadolu’nun özellikle güney şehirlerinde (Antep, Urfa, Mardin) rastlayabileceğimiz türden sarımtırak hafifçe işlenmiş taşlarla örülen duvarların gerisinde dikkatli bakılınca küçük, köhne, fakir evler görülüyordu. Bu nispeten görkemli taş duvarın bir perde, bir makyaj olduğunu anlamıştım. Bu görkemli perdeye, makyaja harcanan parayla belki de o köhne evlerin büyük bir kısmı imar edilebilirdi. Böyle geçti içimden. Fakat yine de yaşadığım, hayal kırıklığından başka bir şeydi. Nihayet mamur bir Bakü beklemiyordum. Bir asra yakın bir esaretin ardından her şey büyük bir hızla hâlledilemezdi. Üstelik rejimin etkilerinin, izlerinin yok olması için bile yirmi beş yıldan daha uzun bir zamana ihtiyaç vardı.
Sonra birçok şeyi unuttum. Taksinin penceresinden büyük bir açlıkla Bakü’nün sokaklarına, insanlarına, ağaçlarına, evlerine, taşlarına bakıyordum. Yirmi beş yıllık bekleyiş gözümü korkutmuştu. Belki bir yirmi beş yıl daha gelemeyecektim. Bu yüzden şehri taş taş zihnime kazımak istiyordum.
Şehrin kalbine doğru yaklaştıkça zihnimde Bakü’nün mimarisiyle ilgili bir intiba oluşmaya başlamıştı. Havaalanının çıkışında başlayan o taş perdeden sonra bir kısmının yapımı devam eden devasa beton binaların şehri kuşattığını fark ettim. Bu, Bakü’nün modern ve tabii ki kapitalist yüzünün resmiydi. Şehir, Hazar’dan uzaklaşarak büyümeye devam ediyordu. O yüksek beton binaların ardından askeri binaları, öğrenci yurtlarını andıran çok daha büyük bloklar hâlinde, soğuk, sevimsiz, üslupsuz binalarla karşılaştık.
Bunlar Sovyetler zamanından kalma bir tür toplu konut anlayışının neticesi binalardı. Etrafında gözetleme kulesi, dikenli telleri olmayan hapishaneler… Bana öyle geldi ki, bu binalardan birinde yaşamak zorunda kalsam kısa süre içinde çıldıracağım. Sonra içim sıra bu binaların birer ruh hapishanesi olduğuna karar verdim. Sovyetler, zahiri bir özgürlüğün arkasına böyle bir esaret gizlemiş olmalıydılar. Aksi hâlde bu kadar bina neden bütünüyle estetikten yoksun yapılırdı!
Bu tatsız binaları da geçince birden yeşillikler içinde, her biri birer abide gibi yükselen mükemmel binalardan oluşan bir masal diyarına girdik. Gerçek ya da merkez Bakü burası idi. Abşeron Yarımadasının küçük bir körfezinin etrafına bir hilâl gibi kurulmuş bir şehirdir gerçek Bakü. Körfez’in bir ucunda Bibi Heybet Camii var. Bakü’nün biraz dışında kalsa da asıl şehri oradan başlatmak en doğrusu. Bibi Heybet, on iki imamın yedincisi olan Musa Kâzım’ın kızıdır. Asıl adı Hekime’dir. Onun adına yapılan caminin haziresinde Musa Kâzım’ın çocuklarının da kabri vardır. Bibi Heybet Camii bugün de bir ziyaretgâh işlevini sürdürüyor. Cami, 13. yüzyılda Şirvanşahlar döneminde yapılmış, 1936’da malûm gerekçelerle Sovyet rejimi tarafından yıkılmış, 1998’de ise yerine bugünkü cami yapılmıştır.
Bibi Heybet’ten merkeze doğru kavisi takip edince önce Şehitler Hıyabanı (ki hususen görülmesi ve yazılması gereken bir yerdir) sonra da İçeri Şehir başlar. Kız Kalesi, İçeri Şehir’in Hazar’a bakan gözüdür.
Hemen ötede Tarih Müzesi, arkada Fevvareler Meydanı, az ötede İstanbul’un Cadde-i Kebir’i (İstiklâl Caddesi) demek olan Targovi vardır. Hilâli takip edersek Neftçiler Prospekti (caddesi), 8 Noyabr Prospekti ta son noktaya, Sultan Burnu’na kadar devam eder. Ak Şehir ve Kara Şehir de bu bölgededir. Bu hilâlin içinde zikrettiğim etmediğim ve her biri ayrı bir yazı konusu olacak çok şey var.
Hangi otele, nasıl yerleştiğimizi hatırlamıyorum. Bir seyahati yıllar sonra anlatmanın böyle bönce güzellik olan kusurları vardır. Bir şehirde kaybolmanın güzelliğine denktir geçmişte kaybolmanın güzelliği. Ertesi gün öğle yemeğini Sabir Rüstemhanlı ile yediğimizi hatırlıyorum. Bakü denince aklıma ilk gelen isimdir Sabir Bey. “Abi” deme ruhsatını lütfeden Sabir Bey, Azerbaycan’ın müstakillik (bağımsızlık) hareketini başlatan ve yöneten isimlerin başında geliyor. Yazdığı eserlerle, özellikle de Ömür Kitabı ile bağımsızlık ateşini yıllar öncesinden tutuşturan Sabir Rüstemhanlı’nın ismini ta öğrencilik yıllarımda merhum Elçibey ve merhum Bahtiyar Vahapzade ile birlikte duyardık. Azerbaycan’ın bu kahraman evladını bir gün yakından tanıyabileceğimi elbette hayal edemezdim. Geniş bir paranteze ihtiyaç var onu anlatmak için. Bende bıraktığı ilk intiba şu; kısık sesle ve itinayla konuşan, eşyaya ve insana keskin bir sanat duyarlılığıyla yaklaşan, müthiş bir dil ve milliyet hassasiyeti olan bir şair, bir filozof, bir siyasetçi…
Daha önce bir kere uzaktan gördüğüm ve kürsüden konuşmasını dinlediğim Sabir Bey’le orada dostlaştık. Azerbaycan Türkçesinde böyle güzel bir kelime var. Bizde ki gibi “dost olduk” demiyorlar, yardımcı fiile gerek duymadan bir ekle türetiyorlar. Daha sıcak, daha samimi. Bu seyahatte iki abide insan daha tanıdım; Anar ve İsa Hebipbeyli… Anar, bizim kuşağın daha çok Beş Katlı Evin Altıncı Katı romanıyla tanıdığı büyük bir yazar. Büyüklüğü oranında mütevazı. İsa Hebipbeyli ise bir Akademik. Bizdeki Ordinaryüsün karşılığı. Büyük bir heyecan adamı. Sanata, edebiyata dair ne varsa kuşatmak isteyen bir istidadın, tecessüsün sahibi. Bakü’nün insanları anlatmakla bitmez. Kemal Abdulla, Reşat Mecid, Tarana Vahit, Elçin İbrahim ve daha niceleri…
Bakü, bu küçük körfezin kıyısına bir hilâl gibi kurulan asıl Bakü, dünyanın en güzel ve en temiz şehirlerinden biri olmalı. Denizle şehrin arasında oldukça geniş ve yemyeşil bir sahil şeridi var ve hilâlin bir ucundan öbürüne kadar uzanıyor. Nispeten dar gelirli olsalar da insanlar özellikle hafta sonu bu sahil şeridinde, Targovi’de büyük bir huzur ve neşeyle dolaşıyorlar. Şehir hafta sonu bir panayır yerine dönüyor. Bu hareketlilik, renklilik gece de devam ediyor. Şehrin merkezinde güzel sanatların her birine tahsis edilmiş harika binalar var. İnsanlar tiyatroya, sinemaya, musiki icra edilen mekânlara gitmeyi çok seviyorlar. Parklar, meydanlar hatta Şehitler Hıyabanı müthiş heykellerle donatılmış. Bütün bunların dışında çok dikkat çekici bir şey daha var; Bakü’de kimi büyük binaların köşelerinde, tam olarak köşe taşlarında birinde aniden beliren bir insan başı heykeliyle (tam olarak büst denebilir mi bilmiyorum) karşılaşmak mümkün. Bunun ayrı bir hikâyesi var fakat...
O birkaç gün rüzgâr gibi geçti. Gone With The Wind… Kalbimi Bakü’de bıraktım. Kim bilir bir daha ne zaman gidecektim. Buruk bir vedaydı. Bir yirmi beş yıl daha mı bekleyecektim bir kere daha gelmek için? Bavulumda bir sürü anı ve fotoğrafla döndüm. Fakat korktuğum gibi olmadı. Birkaç ay sonra bir davet aldım. Sonra başka bir vesile doğdu, sonra başka bir davet, sonra başka bir vesile… Şimdilerde salgın yüzünden biraz ayrı düştük. Biliyorum, Bakü de beni özlüyor benim onu özlediğim gibi.