Julio Cortâzar: Gerçek şeyler yazmak için gerçekliğe bel bağlamak zorunda değilim
Julio Cortázar ile 8 Temmuz1983 tarihinde Jason Weisstarafından yapılan söyleşi, 1984yılının sonbaharında Paris Reviewdergisinde yayınlanmıştır.
Son çıkan kitabınız Deshoras’ta yer alan bazı öykülerde, fantastiğin gerçek dünyaya hiç olmadığı kadar el uzattığı görülüyor. Fantastik ile gündelik arasındaki ayrım gitgide azalıyormuş gibi geliyor mu size de?
Evet, bana öyle geliyor ki bu son öykülerimde "fantastik" ve "gerçek" dediklerimiz arasındaki mesafe daha az. Eski öykülerimde bu mesafe daha fazlaydı çünkü fantastik, tam anlamıyla fantastikti ve bazen doğaüstülüğe bile vardığı oluyordu. Fantastik elbette dönüşüyor ve değişiyor. İngiltere’de, gotik romanlar döneminde sahip olduğumuz fantastik anlayışıyla bugün sahip olduğumuz fantastik anlayışının alakası bile yok mesela. Bugün Horace Walpole’un Otranto Şatosu’nu, oradaki beyaz giyimli hayaletleri, zilleriyle gürültü yaparak etrafta yürüyen iskeletleri okuyunca gülüyoruz. Bugünlerde fantastik anlayışım gerçek dediğimiz şeye gittikçe daha çok yaklaşıyor. Muhtemelen benim için gerçeklik de fantastiğe günbegün daha çok yaklaştığı için.
Son yıllarda zamanınızın çoğunu Latin Amerika’daki çeşitli özgürlük mücadelelerini destekleyerek geçirdiniz. Gerçeklik ile fantastiği birbirine yaklaştırmanızda bunun da bir etkisi olmadı mı?
Bu durum sanki sizi daha bir ciddileştirmiş gibi. Açıkçası "ciddiyet" fikrinden hoşlanmıyorum çünkü ciddi biri olduğumu düşünmüyorum; en azından ciddi bir adam ya da kadından bahsettiğimiz şekliyle değil. Ama son yıllarda, Arjantin, Şili, Uruguay ve artık tüm Nikaragua’ya hâkim olan belirli Latin Amerika rejimleri konusundaki tüm çabalarım beni bu konuyu işlemek için bazı öykülerimde fantastiği -bana kalırsa benim gerçeklik anlayışıma oldukça yakın bir şekilde- kullanmaya itti. Bu yüzden kendimi geçmişte olduğumdan daha az özgür hissediyorum.
Şöyle ki otuz yıl önce, aklıma gelenleri yalnızca estetik kriterlerime olan uygunluğuna bakarak yazıyordum.
Estetik kriterlerime olan uygunluğuna bakmaya hâlâ devam etsem de Latin Amerika’nın durumundan elem duyan ve zihni bununla işgal edilmiş bir yazarım artık. Hâliyle bu da yazıma bilinçli yahut bilinçsiz bir şekilde sık sık sıçrıyor. Ancak politik ve ideolojik sorulara açıkça gönderme yapan öykülerin aksine benim öykülerim temelde değişmediler; onlar hâlâ fantastik öyküler.
"Angaje yazar"ın en büyük sorunu, yazar olmayı sürdürememektir. Eğer yazdıkları basitçe siyasi içerikli bir edebiyata dönüşürse vasat olma tehlikesiyle karşı karşıya kalabilir. Birçok yazarın başına gelen de budur. Dolayısıyla bu bir denge sorunu. Kendi adıma konuşmak gerekirse, benim yaptığımın her zaman edebiyat olması gerekir. Mümkünün ötesine geçebilmek için yapabileceğimin en iyisini yapmak, ama aynı zamanda bunu çağdaş bir gerçeklik içerisinde tutmaya çalışmak… Ve bu da çok zorlayıcı bir denge.
Siz de bu ikisinin birleşimine mi başvuruyorsunuz?
Hayır. Önceleri, aklıma gelen öykü fikirleri bütünüyle fantastik olurken artık fikirlerimin çoğu Latin Amerika gerçeklerine dayanıyor. Örneğin Deshoras’ta yer alan ve muhbirlikle ilgili bir öykü olan "Satarsa", Arjantinli çetelerle olan savaşın gerçekliğine dayanıyor. Mesele bunu yazıya eklemek, çünkü yalnızca politik düzlemde kalmak her zaman daha cazip.
Bu türdeki öykülerinize gelen tepkiler nasıldı? Edebiyatçılar ile siyasetçilerden aldığınız tepkiler arasında fazla fark var mıydı?
Tabii ki vardı. Latin Amerika’daki burjuvalar, siyasete karşı ilgisiz okurlar veya sağ kanatla birlik olanlar benim dert edindiğim sömürü, baskı ve benzeri sorunlar için endişe duymuyorlar. Bu insanlar öykülerimin çoğu kez siyasi bir çizgi almasına hayıflanıyorlar. Edebiyatı seven, benim hassasiyetlerimi ve çaba gösterme gereksinimimi paylaşan diğer okurlarım seviyorlar bu öyküleri. "Apocalypse at Solentiname" Nikaragualıların büyük bir keyifle, tekrar tekrar okudukları bir öykü mesela. Kübalılar da "Buluşma"yı zevkle okuyorlar aynı zamanda.
Siyasal etkinliğinizin son yıllardaki artışına sebep olan şey nedir?
Latin Amerika’daki askeriye... Daha çok çalışmama sebep olan onlar. Eğer askeriye ortadan kalksaydı ya da bir değişiklik yapılsaydı biraz dinlenebilir ve salt edebi olan öykü ve şiirler üzerine çalışabilirdim. Ama onlar ne kadar orada olurlarsa ben de bir o kadar karşılarında olmalıyım.
Çok defa edebiyatın sizin için "bir oyun gibi" olduğunu söylediniz. Hangi şekillerde?
Edebiyat, benim için bir oyun şekli. Ama buna ilaveten iki oynama şekli olduğunu da hep söylerim: bir, temelde bir oyun olan futbol var örneğin, bir de çok ciddi ve derin olan oyunlar. Çocuklar oynarlarken kendilerini oyalıyor olsalar bile oyunlarını çok ciddiye alırlar. Bu önemli. Bundan on yıl sonra aşk onlar için ne kadar ciddi bir mevzu olacaksa oyun da bir o kadar ciddi. Hatırlıyorum, küçükken anne babam "Yeterince oyun oynadın, hadi şimdi banyoya." derlerdi. Bunu tamamen aptalca bulurdum çünkü banyo yapmak benim için anlamsız bir meseleydi. Arkadaşlarımla oynamak ciddi bir şeyken banyo yapmak herhangi bir önem taşımıyordu. Edebiyat da böyledir. Bir oyundur, ama uğruna kişinin hayatını adayabileceği bir oyun. İnsan bu oyun için her şeyi yapabilir.
Fantastiğe ne zaman ilgi duymaya başladınız? Çok küçük yaşlarda mı?
İlgim çocukluğumda başladı. Yaşları küçük olan diğer sınıf arkadaşlarımın bir fantastik anlayışları yoktu. Bir şeyleri olduğu gibi kabul ederlerdi. Ne var ki benim için tanımlar böyle belirgin değildi. Hâlâ hayatta olan annemin hayal gücünün yüksek olması beni yüreklendirirdi. "Hayır, hayır. Ciddi olman gerekiyor." demek yerine hayalperest olmam hoşuna gidiyordu. Fantastiğe yöneldiğimde okumam için kitaplar vererek bana yardımcı oldu.Edgar Allan Poe’yu ilk okuduğumda yalnızca dokuz yaşındaydım. Okumak için kaçırmak zorunda kalmıştım çünkü annem bu kitap için fazla küçük olduğumu düşünüyordu, haklıydı da. Kitap beni korkutmuştu ve üç ay etkisinde kaldım, çünkü (gerçek olduğuna) inanmıştım. Dur comme fer, Fransızların söylediği gibi. Fantastik benim için mükemmel derecede doğaldı.
Fantastik bir öykü okuyunca zihnimde hiçbir şüphe oluşmazdı.
İşler zaten böyle yürürdü. Bu öyküleri arkadaşlarıma verdiğimde "Hayır, kovboy hikâyelerini okumayı tercih ederim." derlerdi. O dönemde özellikle kovboylar revaçtaydı. Bunu anlayamazdım. Doğaüstü olanın, fantastik olanın dünyasını tercih ederdim.
Fantastiğin yanı sıra yazılarınızda, karakterlerinize karşı gerçek bir şefkat ve sıcaklık da var.
Aynısını bazı okur ve eleştirmenler de söyledi. Karakterlerim çocuklar ve ergenler olduğunda onlara karşı çok hassas olduğumu söyleyenler var - ki bu doğru. Onlara büyük bir sevgiyle yaklaşıyorum. Onların öykü ve romanlarımda çok canlı olduklarını düşünüyorum. Karakterinin ergen olduğu bir roman yazarken ergenin kendisi oluyorum.
Karakterlerinizin çoğu tanıdığınız insanlara mı dayanıyor?
Çoğu diyemem ama (öyle olan) birkaç tane var. İki ya da üç kişinin birleşimi olan karakterler var daha çok. Tanıdığım iki kadını bir araya getirdiğim bir kadın karakterim var. Bunu yapmak, öyküdeki veya kitaptaki karaktere daha karmaşık, daha zor bir kişilik kazandırdı çünkü (o karakter) iki kadından gelen farklı varoluş şekillerine sahipti.
Seksek’teki La Maga gibi mi?
Aslında o (La Maga) tamamen hayal ürünü olan birçok psikolojik özelliği de barındırmakla birlikte tek bir kadına dayanıyor. Gerçek şeyler yazmak illa gerçekliğin çizdiği sınırlarda dolaşmak anlamına gelmez. Ben onları icat ederim ve yazıda gerçeğe dönüşürler. Edebiyat eleştirmenlerinin, özellikle biraz akademik olanların yazarların hayal gücünün bulunmadığını düşünmeleri beni eğlendiriyor. Bir yazarın her zaman ondan bundan etkilendiğini sanıyorlar. Tüm bu etki zincirinin üzerinden geçip duruyorlar. Etkilenmeler elbette oluyor ama bu eleştirmenlerin atladıkları bir nokta var, bu da üretmenin verdiği haz; saf üretimin. Ben etkilendiklerimi biliyorum. Edgar Allan Poe etkisi belirli öykülerimde epey belirgin. Ancak geri kalanını üreten benim.
Sizi yazmaya yönelten, tanıdığınız kişiler değil o hâlde?
Hayır, hiç değil, hayır. Genelde karakterlerin henüz olmadığı bir hikâye tasarım olur. Acayip bir tasarıdır; taşrada bir evde bir şeyler gerçekleşecektir. Yazarken çok görselimdir, her şeyi görürüm. Böyle olunca taşradaki evi görür ve sonra birdenbire karakterleri yerleştirmeye başlarım. İşte bu noktada karakterlerimden biri tanıdığım bir kimse çıkabilir. Ancak bu illaki öyle olmayabilir de. En sonunda karakterlerimin çoğu kendi üretimim olur. Aslında Seksek’teki Oliveira karakterinde kendim de varım, pek çok otobiyografik göndermeler var. O birebir ben değilim ama içinde benden, Paris’teki bohem hâlimden, buradaki ilk yıllarımdan çok iz var. Ama onu Paris’teki Cortázar olarak okuyanlar yanılmış olurlar. Yok, yok, çok farklıydım.
Yazdıklarınızın otobiyografiye yaklaştığı oluyor mu hiç?
Otobiyografileri sevmiyorum; anılarımı hiçbir zaman kaleme almayacağım. Başkalarının otobiyografileri ilgimi çekiyor, kendiminki değil. Yine de sık sık, bir roman veya öykü için fikir geliştirirken yaşadığım bazı an ve durumlar (yazılarımda) yerlerini kendiliğinden alıyorlar. "Deshoras" adlı öyküde arkadaşının kendinden yaşça büyük olan ablasına aşık olan bir çocuk var; bu olay benim başımdan geçmişti. Ufak bir kısmı otobiyografik, fakat oradan sonrasına fantastik ve hayali ögeler hâkim.
Latin Amerikalı yazarların bu alandaki eksikliği üzerine bir yazı bile yazmıştınız. Neden kendinizinkini yazmak istemiyorsunuz?
Otobiyografimi yazsaydım fazla içten ve dürüst olmak zorunda olurdum. Hayali bir otobiyografi anlatamam. Bu yüzden eğer yazarsam, bir tarihçinin işini yapıyor olurum, "kendimin tarihçisi" olurum ve bu fikir beni bunaltıyor. Çünkü ben hayal etmeyi ve üretmeyi tercih ediyorum.
Yazılarınızdaki satırlar oldukça ahenkli. Yazarken sözcükleri çoğunlukla duyar mısınız?
Evet, onları duyarım. Ve bilirim; bir öyküye başlayınca çarçabuk yazmam gerekir ki sonrasında tekrar gözden geçirebileyim. Hoşuma gitmeyen bir kelimeyi asla yazıma almam. Sevmediğim sözcükler var. Bunlar yalnızca kaba sözcükler değil, onları gerektiğinde kullanırım, daha ziyade sesi ve yapısı canımı sıkan sözcükler. Örneğin hukuki ve idari dildeki tüm sözcükler sıklıkla edebiyatta da bulunur. Onları sevmediğim için neredeyse hiç kullanmam.
Evet, o sözcükleri yazılarınızda hayal edemiyorum.
Bu en nihayetinde bir müzik meselesi. Bunu pek çok kez söyledim ve tekrar söylüyorum, müziği edebiyattan daha çok seviyorum.
Yazmak benim için bir ahenge, kalp atışına, müzikal bir titreşime tekabül ediyor.
Çevirilerim hakkındaki sorun da bu; kitaplarımı çevirenler bazen bir ahenk olduğunu fark etmiyor, yalnızca kelimelerin anlamlarını tercüme ediyorlar. Ve benim de (satırlarımdaki) bu esnekliğe, harekete ihtiyacım var. Öbür türlü öykü kulağa doğru gelmiyor. Hepsinden önemlisi öykülerdeki belirli anların müzikal olarak iletilmesi gerekiyor, çünkü asıl anlamlarını bu şekilde aktarıyorlar. Ne anlattıkları değil, nasıl anlattıkları önemli.
Fakat aynı anda hem ritmik olarak ahenkli hem de kristal gibi tasarruflu olmak zor.
Evet, tabii ki çok zor. Ama sonra böyle olmayı başarabilmiş bazı müzikler aklıma geliyor. Johann Sebastian Bach’ın en iyi parçaları o tasarrufla birlikte azami müzikal zenginliğe de sahip. Ve bir caz solosunda, gerçek bir caz solosunda, örneğin bir Lester Young solosunda, özgürlüğün ve yaratıcılığın tümüyle birlikte, başlayan ve biten hatasız bir tasarruf da bulunur. Ortaya koyacak hiçbir şeyleri olmadığı için kırk beş dakika boyunca müzik çalan vasat caz müzisyenleri gibi değil; modern cazın bazı türlerine karşı epey eleştirelimdir çünkü. Hiçbir şey yaratamadıkları için boşluğu doldurup dururlar. Armstrong, Ellington ya da Charlie Parker’ın Bach gibi, tümüyle Johann Sebastian Bach ve Mozart gibi çalmaları yalnızca iki ya da üç dakikalarını alırdı. Bence yazı yazmak da böyle olmalı; hikâyedeki bir an, güzel bir soloya benzemek zorunda. Bu bir doğaçlamadır, ama doğaçlama içerisinde orijinalliği ve güzelliği de barındırır.
Öykülerinize nasıl başlıyorsunuz? Belirli bir giriş veya imgeniz var mı?
Benim açımdan öykü ve romanlar, herhangi bir yerde başlayabilirler. Fakat yazma aşamasında, yani yazmaya başlayınca hikâye içimde uzun süre, bazen haftalarca döner. Ama bu net bir biçimde olmaz; (dönen) hikâyenin bir tür genel fikridir. Bir köşesinde kırmızı bir bitki bulunan bir ev ve bu evin içinde dolaşan yaşlı bir adam; tüm bildiğim budur. Bu şekilde oluşur. Sonra rüyalar vardır, çünkü o süre boyunca rüyalarım, öyküde olacaklara dair gönderme ve kinayelerle dolu olur. Bazen tüm öykü bir rüyadır. İlk ve en meşhur öykülerimden olan "House Taken Over", gördüğüm bir kâbustu. O öyküyü öylece uyanıp yazdım. Ama genellikle anlam katmanlarından oluşurlar. Yani bilinçaltım bir öykü üzerine çalışma sürecine girer, öykü orada yazılır. Nerede başladığını bilmediğimi söyleme sebebim neresinin başı ve neresinin sonu olduğunu bilmediğim için. Yazmaya başlarım ve orası başlangıç olur, ama sonlara doğru öykünün o şekilde başlamasını isteyip istemediğime henüz karar vermemiş olurum. Orada başlar ve devam eder. Çoğu zaman sonuna dair net bir fikrim olmaz, olacakları bilmem. Hikâye sürerken bir şeyler adım adım netleşir ve aniden sonunu görürüm.
Yani öyküyü, onu yazarken mi keşfediyorsunuz?
Bu doğru, bir nebze yazarken keşfederim. Kanımca (yazmanın) cazdaki doğaçlamayla bir benzerliği daha var. Bir caz müzisyenine "Ne çalacaksın?" diye sormazsınız, size güler. Basitçe, bir teması ve riayet etmesi gereken akorlar vardır. Sonrasında eline trompetle saksafonu alır ve çalmaya başlar. Fakat buna dair en ufak bir fikri yoktur, bu bir "fikir" mevzusu değildir çünkü. Bunlar farklı içsel titreşimlerdir. Bazen iyi çıkar, bazense çıkmaz.
Şahsen öykülerimin altına imza atmaktan biraz çekiniyorum.
Romanlarım için aynı durum söz konusu değil çünkü onların üzerine çok çalıştım; onlarda bütünlüklü bir yapı mevcut. Öykülerim adeta içimde var olan bir şey tarafından bana yazdırılmış, ama sorumlulukları bana ait olmayan şeylermiş gibi. Doğrusu, durum böyleyken bile bana ait gözüküyorlar, sanırım onları kabullenmeliyim.
Yazmanın sizin için her defasında sorun teşkil eden yanları var mı?
Genelde yok, çünkü öykü, ben anlatırken içimde bir yerde çoktan oluşmuş oluyor. Dolayısıyla kendi boyutu ve yapısına, kısa mı yoksa büsbütün uzun mu olacağına sanki önceden karar verilmiş gibi. Fakat son yıllarda bazı sorunlar seziyorum. Sayfaya (yazıya) daha çok yansıtıyorum. Daha yavaş ve daha "eli sıkı" bir şekilde yazıyorum. Bazı eleştirmenler bu sebeple beni kınadılar, öykülerimdeki o esnekliği yavaş yavaş kaybettiğimi söylediler. Söylemek istediğimi söylüyorum fakat vasıta bakımından daha büyük bir tasarruf ile. Bu daha mı iyi yoksa daha mı kötü bilmiyorum. Her hâlükârda, yazma şeklim artık bu.
- Söyleşi: Jason Weiss
- Çeviren: Zeynep Katrancı