İstanbul'un içinden geçen hicaz şarkı: Samatya
Bezm-i ezelde eğer bir seçim hakkı tanınmış ise Rahman tarafından, İstanbul, içinde doğmayı, içinde olmayı, içinde sevdalanmayı, içinde ham iken pişip yanmayı seçtiğim şehir… Ve belki de yine bu şehrin altın kumlarıyla ünlü, çalkantılı bir denizinin kıyısında doğmayı seçmiştim belki, kim bilebilir?
Baharın parmak uçlarıma kadar enerji aşıladığı bir ikindi sonrası, işyerindeki arkadaşlardan da yakamı kurtardıktan sonra, usulca ilerliyorum Samatya’ya. Yahut eski Yunanca’da denildiği gibi Psamatya’ya… Bunun için taksi de tutabilirdim ama ben Haseki’den sonrasını yürümek istiyorum. Biraz geride Cuma pazarının olağan kalabalığı… Yanı başımdan geçip giden Kocamustafapaşa otobüslerinin izini sürer gibi adımlıyorum yolu…
İstanbul henüz yorgunluğumu almak ister gibi değil. Kafamın içinde ambulans sesleri, beni itercesine koşturan kalabalık, sağda solda dönercilerden gelen kokular, trafik lambaları, tramvay kornası… İstanbul’un Suriçi bölgesindeki tüm ana caddelerinde görülen keşmekeş burada da hâkim. Üstelik ben de çok yorgunum.
Oysa Samatya’ya bir masalın eteğinde dinlenmek ister gibi gidiyorum. Cerrah Mehmed Paşa Camii’nin, Davudpaşa Hamamı’nın önünden geçiyorum yaklaşmakta olduğumu hissederek. İlerledikçe caddedeki kaos daha bir azalıyor. Kaldırımlar daralıyor, küçük mağazaların, eski pastanelerin, berberlerin sayısı artıyor. Yokuş Çeşme Sokağı’nın başına geldiğimde, sıcaktan bunalan alnım bir rüzgar ile serinliyor, denizin ve iyotun kokusunu alıyorum.
Artık birilerine adres sormama gerek kalmıyor. Çünkü denizi görüyorum ve Samatya aşağıda, elimi uzatsam dokunacakmışım mesafede, biliyorum. Babamın, doğduğum sabahın gecesinde, ihtilal öncesi duvarlara yazılar yazan gençlerin arasından bu yokuşu hızlıca, korkusu sevincini bastıracak gibi inişini hayal edebiliyorum.
Çok dilli, çok renkli..
Tarih içinde burası geniş kumsallı bir balıkçı kasabası gibiydi bence. Uzun yıllar sahilden çıkarılan kumlardan ötürü kum deposu olarak kullanılmış. Güneyinde eskiden daha uzun olan, zaman içinde bir kısmı yıkılan surlar, batısında ise Yedikule yer alıyor…
Benim çok dilli, çok dinli, çok renkli bir eleğimsağma olan şehrimin önemli bir numunesi gibi Samatya…383 yılında Konstantinopolis şehrinde, kent merkezinin dışında kalan ilk manastır tarzı dinî yapı Samatya'da kurulmuş. Yakın zamanlara kadar yoğun olarak Ermeni kökenli vatandaşların yaşadığı semtte İstanbul'un Türkler tarafından ele geçirilmesinden önce inşa edilen ve halk arasında Sulu Manastır olarak da anılan Surp Kevork Kilisesi de burada.
Geçmişte çok sayıda Rum'un da yaşadığı Samatya'da, Hristos Analipsis ve Ayios Menas Rum kiliseleri de, semtteki diğer gayrimüslim ibadethanelerinden biri… Son elli yıldır artık Kevork Amcaların, Matya Teyzelerin sayısı oldukça azalsa da, İstanbul’u İstanbul yapan o incelikli kültürlerinden nişaneler, hâlâ semtte fazlasıyla yaşıyor… Surp Kevork Kilisesi, Ermeni cemaatinin ilk patrikhanesi aynı zamanda…
Fatih Sultan Mehmet Han, İstanbul’u fethettikten sonra, Bursa Episkoposu Hovagim’i, cemaatiyle birlikte Samatya’ya getirip Rumlara ait olan bu kiliseyi ona vererek, onu Ermeni Patrik’i ilan eder. 1641 yılına kadar patrik kilisesi olarak kalan yapı, bugün de ibadete açık…
Kilisenin karşısında ise Abdi Çelebi Camii var. Mimar Sinan’ın Samatya’daki ikinci eseri…Fatih’te de benzer hikâyeye sahip bir camii daha var, camiinin diğer adı da bu ilginç hikayeden geliyor. “Sanki Yedim-İçtim Camii”… O dönem halktan, muhtemelen riyazet ehli kimselerin, yemek içmek istedikleri şeyleri yemeyip içmeyip hem bir nefs terbiyesinde bulundukları, hem de bu şekilde biriken parayla da camii yaptırarak hayırlar işledikleri bilinirdi. İşte bu camiiler daha sonra halk arasında “Sanki Yedim Camii” olarak ünlenmiş.
"Bugünün yaz akşamlarında, deniz kokusu, martı çığlığı arasında plastik sandalyelere oturup, Samatya Şen Sineması’nda 'Ah Güzel İstanbul’u yahut 'Sevmek Zamanı'nı izliyor olabilirdik. Hayali bile ruhumu kanatlandırmaya yetebiliyor."
Deniz ve balık kokusu yeter
Bir semti, dört başı mamur bir hikâye kahramanı haline getiren özelliklerinin başında banliyö tren istasyonları gelir. Tıpkı Cankurtaran semti gibi Samatya’da da böyle bir istasyonun çevresi ahşap, yıkık dökük evlerle çevrili. Çoğu zaman pencere kenarında yapılan sohbetleri bir tren düdüğü keser. Semtin o sakin sihrine anlık da olsa bir hareket gelir. Sirkeci- Halkalı treninin Kocamustafapaşa İstasyonu’dur bu.
Samatya, İstanbul'daki en büyük devlet hastanelerinden biri olan İstanbul Eğitim ve Araştırma Hastanesi'ne de ev sahipliği yapar. Sağınıza hastaneyi, solunuza istasyonu alarak yürürseniz, birbiriyle kaynaşmış esnafı gördüğünüz an, içinizdeki sıcaklığın katsayısı artmaya başlar. Ben de bu duygularla, caddede yürüyordum ki; semtin delisi Şaban, motorlu bir gence şakalar yaparken, birden sıkıldı. Peşime takıldı, kırk yıldır tanışıyormuşuz gibi bir şeyler anlatmaya başladı. Şaşkınca baş sallamakla yetinebildim. Arada sırada esnafa da en afilisinden selamını göndermeyi ihmal etmedi.
Şaban’ın sohbetine doyum olmayacağını düşünerek, bulduğum ilk dar sokaktan inmeye başladım. Deniz ve balık kokusunu takip etmek, semte yabancı herkese en doğru navigasyon cihazından daha iyi yol gösterir, emin olun ve nihayet tarihi Samatya Meydanı, beş sokağın birleştiği yerde karşıma çıkıyor. Henüz akşama daha vakit olduğu için balık restoranlarının çoğu boş… Ama garsonlar şimdiden ütülü beyaz gömlek ve siyah pantolonları ile mekân önlerine dizilmiş, hazır ol duruşuyla ufak ufak dedikodu yapıyorlar..
Tarihi Emirgan Kahvesi’nin içinde dört beş ihtiyar kâğıt oynuyor, kapısında ihtiyar bir köpek uyuyakalmış. Kediler meydanı çevreleyen sokaklar arasında kovalamaca oynuyor. Ortalıkta gezinen tavuklar bile var. Bu tavukların, soluklanmak için oturduğum cafenin beslediği tavuklar olduğunu sonradan anlıyorum. Tam karşıma pijamalı, eli poşetli kimsesiz bir ihtiyar oturuyor. Her akşam aynı saatlerde gelir ve kendisine düzenli olarak çayı, kahvesi ikram edilirmiş. Müşterilerin bir çoğu, semtin yerlisi... Cafenin sahibiyle dertleşmeden, iki bardak çay höpürdetmeden mekândan ayrılmıyorlar.
İstanbul’un şaşırtıcı mücevher kutularından biri gibi Samatya…
Koca koca caddeleri arşınladıktan sonra, rahatlıkla eski bir Rum köyüne ya da tarihi bir balıkçı kasabasına geldiğimi iddia edebilirim. Büyük ölçüde korumayı başardığı bu tarihî doku nedeniyle, film ve dizi yapımcılarının gözde mekânlarından biri olmuş bu semt. Nuri Bilge Ceylan’ın “Üç Maymun” filmindeki o tren ve deniz manzaralı ev, sonra İkinci Bahar dizisinin Ali Haydar Kebapçısı… Maalesef halkımız dizilerle kendisine zevk ve yön tayin eden bir toplum olduğu için, ancak İkinci Bahar dizisi ile semt bir popülarite yakalayabilmiş ve bu popülarite, esnafın uzun yıllar yüzünün gülmesine sebep olmuş.
Eskiye hasret Samatya
Peki bu büyülü tarihi doku hiç bozulmadan bugünlere gelebilmiş mi?
Maalesef zamanın hoyrat eli, Samatya’ya da fiskesini vurmuş.Samatya’ya paralel olan Orgeneral Nafiz Gürman Caddesi’nde yazlık ve kışlık bölümleri bulunan Sen Sineması, bugün bir şirketin yazıhanesi olarak kullanılıyor. Oysa bugünün yaz akşamlarında, deniz kokusu, martı çığlığı arasında plastik sandalyelere oturup, Samatya Şen Sineması’nda “Ah Güzel İstanbul”’u yahut “Sevmek Zamanı”nı izliyor olabilirdik. Hayali bile ruhumu kanatlandırmaya yetebiliyor.
Bir diğer hayal kırıklığı ise Ağa Hamamı’nın bugünkü garip hâlini gördüğümde yaşanıyor. Ağa Hamamı, Mimar Sinan’ın bu semtte yaptığı ilk eser... Ama bugün iç yapı, alakasız bir şekilde deforme edilirken, hamamın dışı ise, yepyeni bir mermer tabakayla kaplanıp, mekân bir marketler zincirinin Samatya şubesi olarak hizmet verir olmuş. Tarihi dokusundan eser kalmadığı gibi, içiyle dışı birbiriyle tamamen alakasız, hilkat garibesi gibi bir kimliğe bürünmüş. Gerek doğal yollarla gerek şehirleşme denen kıyımla birlikte Samatya’nın ahşap dokusunun da zaman içinde yok olmaya yüz tuttuğunu unutmamak gerek.
Yangınlar ve özellikle 1894 depremiyle ortadan kaybolan ahşap evlerin yerini bugün beton binalar almış olsa da, sokak aralarında karşımıza çıkan iki katlı Rum evleri ve zamana karşı direnç gösterebilmiş ahşap yapılar ve burnumuzun ucuna yerleşip bir daha oradan hiç gitmeyen, Marmara’nın o revnaklı deniz kokusu Samatya’yı, İstanbul’un kişilikli kahramanlarından biri hâline getiriyor. Bir de şunu bilmelisiniz, belki benim gibi içinde doğmuş olmasanız bile, Samatya eteklerine tanıdık, yabancı herkesi oturtan ve saçlarınızı denizinin meltemiyle okşamaya başlayan ihtiyar bir ana aslında. Martıları ve kedileri size yoldaş ederek… Bunu sokaklarında yürürken siz de hissedeceksiniz.