İstanbul’un duyguları ya da bir şehrin tam ortası
İstanbul’u tek bir duyguyla tanımlamam gerekseydi, “daimî bir merak duygusu” derdim kuşkusuz; İstanbul, ilgiyi hep üzerinde istediğinden her an farklı sürprizlerle çıkagelen bir sevgiliye benziyor. Henüz göz devirmeye vakit bulamadan, cazibeli ritmine kendini bırakıveriyor insan. Fatih semti diyelim sözgelimi. Önce Vezneciler metrosundan çıkarsınız. Geniş bir alan görürsünüz; bir yanda okula giren, okuldan çıkan, sırt çantalı İstanbul Üniversitesi öğrencileri, diğer yandan Bozdoğan Kemeri’nin altından geçen arabalar. Köşedeki meşhur Unkapanı Pilavcısı’nın hemen üstünde bir zamanlar Theotokos Kyriotissa Kilisesi olan Kalenderhâne Cami görünür. Pilavcının önünde bir teyze, örtüsünü tezgâha dönüştürmüş, ördüğü lifleri satıyordur illaki. Onun ardında her biri farklı renkteki eski ahşap Türk evleri sanki yitik bir masalı canlandırıyorlar. Bir tarafta kaos, bir tarafta tarih, zarafet ve yoksulluk; hepsi tek bir ağızdan konuşur. Her birini ilgi ve iştahlı bir merakla seyretmek isterseniz muhtemel ki yolunuzu şaşırır, kalakalırsınız. Buraya ait olabilmek için geçip gitmeyi öğrenmek gerek.
Hayal kırıklığı
Kemeri geçtikten sonra sola sapıp aşağı doğru iniyoruz. Eski vitrinlerini muhafaza etmiş sahafları, modern kafeleri ve esnaf berberlerini geçince Vefa’dayız. Solda Vefa Lisesi, sağda Vefa Bozacısı tabelası karşılıyor bizi. Bir an geçmişten bir günü yeniden yaşadığımız hissine kapılıyoruz. Sağ sokağa girince önce kuruyemişçiden kavrulmuş leblebilerimizi alıyor sonra bozacının önünde sıraya giriyoruz. Öğle arasına çıkmış bitkin işçiler, İstanbul’un bir ucundan gelen heyecanlı aileler, lise öğrencileri, herkes fotoğraf çekiliyor tarihi tabelanın önünde. İçerisi her zaman çok kalabalık olduğu için birçok kişi dışarıda, ayakta içiyor bozasını. Bir yudum alıyorum ama tadı çocukluğumun kış gecelerinde sokaktan el arabasıyla geçen gür sesli bozacı amcalarınkine hiç benzemiyor. Bu sokakta dolaşmış, bu köşede bozasını içip yoluna devam etmiş insanların 150 yıl önce başlattığı zaman çizgisini bugün benim sürdürdüğüme dair duyduğum inanç kırılıyor dükkândan ayrılırken. Bir hikâyeyi devam ettirmiyorumdur belki de sandığım gibi, diyorum. Aklıma bazı kişilerden duyduğum bir soru, bir vesvese geliyor hemencecik: Gerçekten yaşamak istiyor muyum bu şehirde? Zihnim hiç bulanmamış, hayret. Buraya ait olabilmek için kimi hayal kırıklıklarıyla baş edebiliyor olmak gerek.
Bütünlük
İndiğimiz caddeden gerisingeri yukarı çıkıp sağ tarafa, Şehzadebaşı Camii’ne dönüyoruz. Duvarlarındaki, minaresindeki, şehzade ve paşaların metfun olduğu türbelerindeki turuncuya çalan işlemeleri gözümüzü alıyor ilkin. Dar patikasıyla kendi saklı bahçesine davet eder gibi, ağaç dalları arasından parça parça düşen günışığı tepemizde, yavaş adımlarla arka tarafına geçiyoruz caminin. Burada her şey tastamam görünüyor. Ne bir çıkıntı çarpıyor göze ne de en ufak bir renk fazlalığı. Biliyoruz, şu kapıdan her kim girse, davet edilmiş bir misafir edasıyla gezinecek içeride. Sezai Karakoç’un kabrine uğrayıp dışarı çıkıyoruz.
Fatih Camii’ne çeviriyoruz rotamızı. Merdivenin iki yanındaki yavru kediler, dilenciler ve seyyar satıcılar, çıkmakta olduğumuz yerin bir mabet olduğunu sezdiriyor önceden. Merdivenin başına gelince bir göz atıyoruz vardığımız düzlüğe: bembeyaz. Bu alabildiğine ağaçsız, mermerle kaplı, güneşli, ferah alan, kurak bir memleketteki vahayı, Mescid-i Haram’ı getiriyor akıllara. Burada zaman farklı ilerliyor; yetişkin gövdeler ağır ağır yürür, sessizce konuşurken küçük bedenler nefes bile almadan oyun oynuyor. Rüzgârın tatlılıkla salladığı ağaçlar, camiden çıkan insanların vakur yürüyüşleri, bütün bu manzara bir tablo sanki. Denebilir ki bu semtin her bir karışı farklı yapboz parçalarından, uyumsuz renklerden, muhtelif milletlerden oluşuyor. Nasıl ki güzellik muntazam biçimlerle değil, kendine özgü bir dokusu olan pek çok parçanın bir araya gelmesiyle var oluyorsa, İstanbul da sayısız yarımlarından bir bütün oluşturuyor. Buraya ait olabilmek için görmeyi öğrenmek gerek.