İstanbul'da iftar sofrasında bir leydi
1835 yılının aralık ayında İngiliz kraliyet ordusunda binbaşı olarak görev yapan babasıyla birlikte İstanbul’a gelen Julia Pardoe’nun* ilk dikkatini çeken şey ışıklarla donanmış minarelerdi.
Bir Ramazan gecesinde şehri adımlamaya başlayan Miss Pardoe, bütün camilerin minarelerinin birdenbire parlak ışıklarla aydınlandığını, ev, servi, gemi, çapa veya bir buket çiçekten oluşan çeşitli mahyalar gördüğünü söylüyor.
Gezgin, bu mahyaların nasıl yapıldığını da merak edip öğrenmiş:
- Minareden minareye kordonların çekilip bunlara lambaların bağlanıyor ve önceden belirlenmiş bir desene göre kordonların indirilip kaldırılmasıyla İstanbul hiçbir Avrupa başkentine benzemeyen, sihirli geçişlerle ışıklandırılıyor.
Julia Pardoe’nun mahyalar kadar ilgisini çeken bir başka şey daha vardır:
Bir Türk ailesinin evinde iftar yapmak.
Ancak bu geceleri İstanbul sokaklarında mahyaları seyretmek kadar kolay olmaz. Nihayet biraz uğraştıktan sonra itibarlı bir Türk tüccardan davet almayı başarır.
Davet günü geldiğinde iftara yakın bir saatte, tanıdığı bir Rum hanımın eşliğinde Beyoğlu’ndan tarihî yarımadaya doğru yola koyulurlar. Arabaların giremediği dar sokaklardan geçerek evvela evin geniş avlusuna, oradan da harem kısmına girerler. Kendilerine içecek bir şeyler ikram edilse de onlar “oruca uymaya karar vermiş” oldukları için ikramları geri çevirip iftar vaktini beklemeye koyulmuşlar.
Sofrada neler var?
Ezan okunduğunda bir saniye bile kaybedilmeden herkes harekete geçmiş. Bir hizmetçi yemeğin hazır olduğunu haber verdiğinde üzerinde içi soğuk ekmek çorbasıyla dolu bir beyaz kap ve etrafında dilimlenmiş peynir, ançüez, havyarla her türden tatlının konduğu küçük porselen kapların daire biçiminde dizildiği sininin bulunduğu küçük bir odaya geçmişler.
Şimşir kaşıklar ve gül kokuları odayı dolduran pembe ve beyaz şerbet dolu kadehlerin yanında, tepsinin dış kenarında parçalanmış mayasız ekmekle Ramazan pidesi varmış.
Miss Pardoe iftar sofrasının kalabalık olduğunu söylüyor:
Ailenin çocuklarını büyüten yaşlı bir dadı, geçen 12 ay içinde eşiyle birlikte veba yüzünden eriyip giden şimdi ölmüş olan bir oğlun öksüz erkek çocuğu, ziyaret için yemek saatini seçmiş birkaç komşu, Üsküdar’dan çok tatlı bir dost, cenaze çıkmış bir evden uzak bir tanıdık…
Herkes kendisine bir minder seçip yemek sinisinin çevresine, ayaklarının altına alıp oturduktan ve kucaklarına yaklaşık 2 metre uzunluğunda zengin işlemeli pamuklu peşkirleri yaydıktan sonra başlar iftar faslı:
“Daire şeklinde dizilmiş yemekleri pilav üstüne döşenmiş balık izledi; ilk yemeklerin tadına bakmakla yetinmiştim, evin hanımının durmaksızın ‘Ye, ye, buyur’ laflarına verebildiğim tek cevap bu olmuştu.
Balıkla birlikte ortaya kaşıklar kondu ve hepimiz kaşıkları aynı tabağa daldırdık; yine de bu âdetin, başka durumlara göre daha az mide bulandırıcı olduğunu eklemeliyim, çünkü herkes yemeği sadece bir yerden kaşıklamaya özen göstermekte ve yemek kapları büyük bir hızla değişmekteydi. Et ve tavuk parmaklarla yendi, herkes gözüne kestirdiği parçayı kopardı; birkaçı bir porsiyonu parçalayıp nezaket olsun diye bana uzattı; parantez içinde söylemeliyim ki, bunları almamayı tercih ederdim.”
Dillere destan öisafirperverlik
Miss Pardoe “bu tantanalı mutfak gösterisi” boyunca sofra başından bir an bile ayrılmamış, hayranlıkla seyretmiştir bu mükellef iftar sofrasını. Bu sözlerinin hemen ardından şunları eklemeyi ihmal etmez:
“Buyrun” sözü asla soğuk veya gönülsüzce söylenmez; Müslümanlar bu gösterişten uzak ağırlamayı her yeni gelene, sınır koymadan veya tereddüt etmeden gösterirler; tıpkı sunulan herhangi bir yiyecekle ilgili kusur bulmama âdetleri gibi. Kendilerini yalnızca Allah’ın hizmetkârları olarak görür ve buna bağlı olarak yaşamın nimetlerini sahip oldukları bir şeyden çok, ödünç aldıkları bir şey gibi kullanırlar; kendilerinden daha az talihli olanlara zenginliklerinden vermek zorunda olduklarına inanırlar.”
- Bu iftar yemeğinden sonra Julia Pardoe, İstanbul hatıralarının eşsiz sayfalarına sadece afiyetle yediği lezzetli yemekleri kaydetmekle kalmaz, Türklerin dillere destan misafirperverliğini tarihin sayfalarına bir kez daha nakşeder.