İstanbul duygusu

​İstanbul duygusu.
​İstanbul duygusu.

Fatih Kıztaşı’nı merkeze alın, oradan Sultanahmet Camii’ne, Aksaray tramvay durağına, sonra da Taksim Meydanı’na birer çizgi çekin, işte ben İstanbul denilince buraları anlıyorum.

Galata Kulesi.
Galata Kulesi.

Sonra İstinye günleri… İstinye’den her gün iki üç araç değiştirerek gidilen Cibali Lisesi, yani Vefa. Bu iki mekân arasına da birkaç çizgi çekin, hatta çizgileri çoğaltabildiğiniz kadar çoğaltın, işte ikinci kez düşündüğümde İstanbul benim için odur.

Araya Kadıköy veya Üsküdar’dan binilip, Eminönü veya Karaköy’den inilen vapurları koyun, bu da benim için İstanbul’dur. Diğer türlü Üsküdar ve Kadıköy bende yoktur. İçini, yokuşlarını, caddelerini, lokantalarını ve sabahladığım evlerini pek hatırlamam.

Her gün Sultanahmet Camii’n önünden geçerken ne kadar şanslı olduğumu hissederdim. Onun minareleri ve kubbesi büyüleyiciydi. İstanbul’a tahammül etmeyi kolaylaştırırdı. Sonra Dikilitaş’a durup bakardım. Biraz daha yürüyünce Ayasofya hayranlığıyla saatlerin nasıl geçtiğini bilmezdim.

Kız Kulesi.
Kız Kulesi.

Başımı eğip kaldırımlara, geçip giden tramvaya, cadde boyunca yürüyen turist kafilelerine, onlara bir şeyler satmaya çalışan esnaf ve seyyar satıcılara bakınca gerçeğe dönerdim. Yani yoksulluğuma, sefaletime, evsizliğime, işsizliğime, neden orada olduğuma… Sahi neden gitmiştim İstanbul’a? Ne arıyordum orada? İşime gücüme baksam iyi değil miydi? Hangi şartlar sürüklemişti beni oraya? Ve ben hangi akla hizmet, İstanbul İstanbul diye tutturmuştum?

Büyük Mecidiye Camii.
Büyük Mecidiye Camii.

İstanbul’a gitmek için sebep aramaya gerek yoktur. İstanbul, aynen Maraş’ı düşünürken takılıp kaldığım aşk kelimesiyle açıklanabilir. Aşk ya da şiir, hiç fark etmez.

İstanbul’a ilk gidişimin sebebi aşktı. Konya’dan Mavi Trene binmiş, İstanbul Haydarpaşa Garı’nda inmiştim. Gardan çıkınca beni karşılayan İstanbul, büyük bir şaşkınlık, hayranlık ve dehşet uyandırmıştı. Yaşım yirmi bir veya yirmi ikiydi.

İkinci gidişimin sebebiyse şiirdi. Şiir yazacaksam İstanbul’da olmalıyım duygusuydu. Yanlış bir duygu değil bu. Şairler orada. Onlarla sadece şiirin buluşturabileceği karşılaşmalar da orada. Bunları İstanbul’dan ayrılırken fark ettim. Cam kenarındaki koltukta, otobüs Boğaz Köprüsü’nden ağır ağır ilerlerken izlediğim İstanbul, gözlerime dolup dolup boşalırdı. Bunu bir de Maraş’tan ayrılırken yaşıyordum. Bir kez değil, defalarca…

İstanbul.
İstanbul.

İstanbul’dan ayrılınca İstanbul’un içimde nasıl biriktiğini fark ettim.

Ömer’in Çatılan Kaşları’nı oluşturan şiirlerin büyük çoğunluğu Maraş’ta yazıldı ama İstanbul’la doluydu. Bu duygu ve birikimden, ikinci şiir kitabım Yanına Gittiğimizde’de de kurtulamadım. Üçüncü şiir kitabım Tufandı Koptu’da hafif İstanbul esintileri vardır. Şimdilerde o duyguyu hissetmiyorum.

Ayasofya Camii.
Ayasofya Camii.

Fakat İstanbul’a her gittiğimde, onunla ilk karşılaşmamızda yaşadığım hayreti, dehşeti ve hayranlığı yeniden yaşıyorum. Evet, insan İstanbul’la karşılaşır. Onunla konuşur, onu dinler. Ona bakar, çoğu zaman göremez. İstanbul başkasında nasıldır bilmem ama bende yaşayan bir insan gibidir. Yerinden oynatılamayacak bir sözcük, bir imge, asla yazılıp bitirilemeyen bir şiir gibidir.

İstanbul aşk ve şiir şehridir doğru. Ama eğer orada âşık olacaksan sadece İstanbul’a âşık olursun, bir kadına değil. Eğer orada şiir yazacaksan, sadece İstanbul’a şiir yazarsın, bir kadına, dostluğa veya başka bir duyguya değil.