Her zaman Karaköy
Şehrin orta yeridir. Eskiden daha çok ulaşım merkezi, aynı zamanda da meydan olarak girerdi insanların hayatına. İskele, yosun kokusu, durak, eski otobüsler, tünel ve çok yaşlı defineler, pazarlar, pazarlıklar, ardiyeler, depolar, kafeler, sanat, şiir, eski Bizans, korsan gözleri, balık kılçıkları, yemiş İskelesi gibi şeylerdi Karaköy.
Karaköy, bir eski Osmanlı parası, yalnız bir banka kasası, bir Levanten’in buğulu gözlük camları, hanlardan birinin odasında unutulmuş bir karalama defteri, bir kadının suya değen ayakları, dokununca solan bir gül, pastaneler, laktoz kelimesine akraba Galata…
Bizans döneminde Haliç girişini kapatmak için gerildiği söylenen zincirin bir ucu, Rıhtım Caddesi’nde bulunan Yeraltı Camisi’nin bodrumuna bağlıymış derler. Karaköy’de ne görürseniz görün, yeni olsa bile çok eskidir.
Cenevizliler, 14. asrın başından itibaren İstanbul’u kuvvetli surlarla tahkim etmiş, arada ana giriş kapılarından biri olan Galata Kulesi ve kapısını inşa etmiştir. Kapı neredeydi kim bilir, fakat adını biliyoruz: Porta Chiara ya da Kiarahori. Bu ikincisi Osmanlı İstanbul’unda zamanla Karaköy şekline dönüşmüş. Bir diğer rivayete göre de Bizans döneminde Hasköy’den Karaköy’e uzanan kesime Karai Musevileri yerleşir. O nedenle civara Karai Köyü denirmiş, zamanla bu ifadenin de Karaköy’e dönüştüğü açık.
Sait Faik “İstanbul’un iki farklı yakasını bir araya getiren” yer diye tanımlıyor (sever mi İstanbul’u bilmem, pis şehir, çamurlu şehir der bir hikâyesinde ama Beyoğlu’ndan vazgeçtiği kesindir). Yine de daha çok Özdemir Asaf geliyor benim aklıma. Şairin dili şiire ne kadar dönse de r harflerini o kadar beceremez. Söyleyemezdi r’leri. R yerine, yumuşak bir tür y ile ğ arası bir harfi vardı…
Bir gün Karaköy'e gitmek için taksiye biniyor. Taksici de şair gibi r’siz bir insan evladı. Neyeye biğadeğ, diye soruyor. Özdemir Asaf, şimdi usulca Kağaköy dese, taksici, kendisiyle alay edildiğini düşünecek; ne yapsın bizimki, adamın kulağına doğru yaklaşıp Eminönü diyor. Eminönü kelimesinde malum, o sakıncalı harf yok. Eminönü’nde iniyor, Galata Köprüsü'nü geçip geri dönerek Karaköy’e ulaşıyor, İstanbul'un iki yakasını bir araya getiriyor böylece. Şair budur.
Bölge, her daim eğlence mekânlarıyla da meşhur olmuştur. 19. asırda İstanbul’un ilk barları burada açılmıştır. 1850’lerden sonra semt, eski özellikleriyle birlikte artık Batılı yaşama biçiminin geliştiği Pera ve Galata'nın yedeğinde, bunların bir benzeri olarak serpilmiştir. 1900’lerden sonra Karaköy İskelesi'nin ve doğuya doğru gelişen liman tesislerinin yer aldığı Galata Rıhtımı ve Rıhtım Caddesi’nde restoranlar (Liman Lokantası nasıl unutulur, yıkıldı gitti geçtiğimiz yıllarda), özenli mezeleriyle dikkat çeken mezeciler, rengârenk vitrinleriyle şekerciler (Evliya Çelebi’ye geri dönmeli) ve hatta emanetçiler görülmeye başlar.
Peyami Safa’nın Fatih Harbiye’si ya da Huzur’un birkaç sahnesinden beri değişik gözle baktığım Karaköy-Beyoğlu hattı, benim için daima bir başkalığın ifadesidir. Ne zaman orada olsam Galata Köprüsü’nü yürüyerek geçmek ister, bir İstanbullu olmanın güzelliğini duyarım içimde. Kalabalıkta eriyip gitmek, bir kafede çay kahve içip iki satır yazıp okumak, uzaktan Ayasofya ve tuz kokusu, köprü altında balık ızgara, şarkılar türküler, balıkçılar, “top çiçeğim deste gülüm, canım İstanbulum” dizesi…
Ayrıca gayrı resmi bir edebiyatçılar tarihi yazmaya kalksak Sirkeci otellerinden Ece Ayhan’a, oradan Fikret Ürgüplere kadar uzanmak, Asmalımescit 74’e vesaireye bakmak gerekecek Karaköy için. Neler olabileceğini düşünemiyorum. Bunca kısa bir yazı ve kısıtlı bir yer için zor… Yine de denemek gerek.
Diyorum ya Karaköy her zaman! Her zaman Karaköy.