Gırnata’nın yıldızı Elhamra
Önce Gırnata’yı unuttu insanlık. Şehre Granada dediler, sonra onun şaheseri, ulaşılmaz yıldızı Elhamra’yı unuttular, unutturdular. Yazar Washington Irving’in, 1829’da ABD’nin İspanya Büyükelçiliği sekreterliğine tayiniyle, Gırnata’nın yıldızı Elhamra Sarayı, küllerinden yeniden doğdu ve yüzlerce yıllık unutulma gafletinin perdesini yırttı. Irving, Granada'da ikamet ettiği sürede yıkık dökük, içinde koyun sürülerinin barındırıldığı Elhamra'yı kendine mekân tutup ilham kaynağı yaptı. Yazarın Elhamra Hikâyeleri kitabıyla önce dünyanın, sonra İspanyolların dikkatlerini üzerine çeken saray ve çevresi, unutulma cezasından kurtuldu.
Kültürel merak sayesinde her yıl bu gizemli mekânların ziyaretçileri artarken, İspanyollar, turizmi belki de Avrupa’da en erken keşfeden milletlerden biri oldu. Turizmin getirdiği ekonomik kazanç, bütün hatalarının farkına varmalarına sebep oldu. İspanya Kraliyet Hükümeti, sarayı 1870'te milli anıtlar arasına alarak, konuyla ilgili ciddi bir adım attı. Fakat restorasyon çalışmaları, İspanya iç savaşından sonra durdu ve Elhamra 19. yüzyılda olduğu gibi yine unutuldu. 1984'te UNESCO'nun gayretleriyle saray Dünya Kültür Mirası Listesi'ne eklendi.
Bir şehir neden önemlidir?
Endülüs döneminde Nasrîler (Benî Ahmer) Devleti'nin başkenti olan Gırnata Sierra Nevada dağının eteklerinde kurulmuştur. Deniz seviyesinden 689 metre yüksekliktedir. Bu şehir neden önemlidir? Birincisi, Gırnata tüm Endülüs'te İslam'ın en uzun zaman yani tam 781 yıl hüküm sürdüğü bir şehirdi. Endülüs'ün diğer şehirleri düştükten sonra iki buçuk asır daha dayanarak 1492'ye kadar varlığını sürdürdü. İkinci sebep bu şehrin belki dünyanın en güzel saraylarından Elhamra'yı, adeta kundaklar içinde saklayan Gırnata şehrinin, Endülüs'ün son emirliği ve düşen son kalesi olmasıdır.
Kastilya Kraliçesi İsabella ile Aragon Kralı Ferdinand'ın evlenip İspanyol birliğini kurmaları, büyük bir güç toplamaları ve Nasrîler'in içinde bulunduğu istikrarsızlık ülkenin sonunu getirmeye yetti. 6 aylık bir kuşatmadan sonra şehir 2 Ocak 1492'de teslim olmak zorunda kaldı. İspanya kralının söz ve taahhütlerine inanan ve ülkesini terk etmek istemeyen Müslümanlar için verilen sözler unutulunca kâbus dolu katliam yılları başladı. Müslümanlara her türlü baskı ve şiddet uygulandı, tüm camiler kiliseye çevrildi. Müslümanların 12 Şubat 1502'de ya dinlerinden vazgeçip Hıristiyanlığa girmeleri, ya da ülkeyi terk etmeleri emredildi. 1492'den 1609'daki Morisko cemaatinin (zorla Hıristiyanlaştırılmış Müslümanlar) ülke dışına sürgününe kadar olan süreçte yapılan zulümler, verilen emirler İspanya tarihinde halen temizlenemeyen bir insanlık suçu gibi duran kara bir lekedir.
Elhamra Sarayı
Sevilla’dan yola çıktıktan sonra Gırnata’ya akşama doğru vardık. Tüm yorgunluğumuza rağmen şehri gece görmemiz gerektiği kanaati gücümüzü toplamamıza yetmişti. İspanyolların genelde İngilizce bilmemesi, bilenlerin çok kötü bir telaffuzla konuşmaları işimizi zorlaştırsa da, Akdeniz insanları olarak rahatlıkla anlaştık. Bindiğimiz taksiye Elhamra Sarayı'nı tepeden görmek istediğimizi anlatmamızla birkaç dakika içinde orada olduk. Bu arada İspanyol taksicilerin dünyada turistleri kandırmayan nadir taksicilerden oldukları da tecrübemizle sabittir. Elhamra Sarayı aydınlatılmış ihtişamıyla adeta 1001 gece masallarındaki havasıyla karşımızdaydı.
Ertesi gün sarayı bu sefer içinden göreceğimizden kalplerimiz hızlıca çarpmaya başladı. Saraya girmek hiç de kolay değil. Birkaç ay öncesinden rezervasyon yaptırıp kişi başı 40 Euro olan ücreti ödedikten ve uzun kuyruklardan oluşan giriş sırasını bekledikten sonra ancak tura başlanabiliyor. Saray bahçesinin girişinde devlet görevlilerinin ikametgâhları ve tarihi hamam yer alıyor. İdare merkezi ve bürokrasi surların içinde; hanedan mensupları sarayda, halk ise sarayın karşısında bulunan Al-Bayzın tepesinde yaşıyormuş. Kuş cıvıltıları ve bahçe peyzajındaki başarılı uygulamalardan sonra Mahkeme binasından saraya giriş yaptık. Elhamra adı "kızıl" anlamına gelmektedir. Sarayın bu adı alması, inşaatta kullanılan kil harcının saraya dış görünüşüyle verdiği renkten ötürüdür. 1238'de Gırnata'nın Nasriler Devleti'nin yönetim merkezi olarak seçilmesi ve hükümdarın buraya yerleşmesi önemli bir dönüm noktasıdır.
Sarayın hayranlıkla gezdiğimiz ilk noktası Meşveret Salonu idi. Duvarlardaki alçı süslemeler, nakış ve desenler ziyaretçilerde tarifsiz bir hayranlık uyandırıyor. Pencerelerden bakınca, karşıdaki kasaba yeşillikler içinde çok güzel bir manzara meydana getiriyor. Saray mescidi ve bütün salon duvarlarındaki üç kelime tarihten bugüne bize mesaj vermeye devam ediyor: "La Galibe İllallah/Allah'tan başka galip yoktur".
Sonraki rotamız Divan Odası'ydı. Gördüğümüz şaşkınlık ve hayranlık her yeni bölümde artarak devam ediyordu. Havuzlu bir avludan Elçi Kabul Salonu'na geçiyoruz. Bu salon, sedir ağacından yapılmış 18 metre yüksekliğindeki tavanı, sedef kakma bal peteği şekli süslemeleriyle sarayın ihtişamını yansıtan en güzel işlemeli kısımlarındandı. Yerden bir metre yüksekliğinde tüm salonu boydan boya çevreleyen, çiniler arabesk süslemelerin en güzel örneklerindendi.
İslam Sanatı tarihinde çok önemli bir yeri olan Arslanlı Avlu'yu ise Sultan V. Muhammed yaptırmıştır. Sarayın Harem kısmında olan avluya girdiğimiz anda, bu sanat ve estetikte son nokta dedik. Çünkü değil sarayın, tüm Endülüs gezimizin zirvesindeydik. Adeta dilimiz tutuldu, Gözlerimiz bakmaya doyamadı. Dikkatlice baktığımız her noktada başka bir güzellik keşfediyorduk. Dikdörtgen avlunun ortasında aynı ebatta yüzleri dışarı bakan 12 aslan heykeli bulunuyordu. Üzerlerinde dairesel bir çanak üstünde su fıskiyesi vardı. Aynı zamanda aslanların ağzından akan sular, avlunun dört tarafına dağılarak ortamda güzel bir tını oluşturuyordu. Buradaki kalem gibi ince narin mermer sütunlar bizleri adeta büyüledi. Sütunların üzerinde yer alan oymalı alçı nakış-süslemelerin bir özelliği iç odalara güneş ışığını geçirmesinden, günün her saatinde ayrı bir ışık hüzmesi dansına sebep olmasıdır. Buranın etrafındaki ana odalardan birisinin geometrik işlemeli süslü mukarnas tavanını, yapmak için sadece mimari ve estetik bilgisinin yetmeyeceği, iyi bir matematik bilgisi gerektiğini öğrenince hiç şaşırmadık.
Saray'ın ana kısımları bittikten sonra Cennetü'l-Arifin (Ariflerin Cenneti) bahçelerini gezdik. Burası günümüzde bile o kadar güzel ki, eski zamanki güzelliğini hayal dahi edemiyoruz. Elhamra gezimizi sonlandırırken nefeslerimizi adeta yutkunarak aldık, hayranlıktan göz bebeklerimiz büyüdü, boğazımız kurudu. Bunlar hayranlık ve hüzün duygusunu naçiz vücudumuzda bir anda yaşamaktan meydana gelen tepkilerdi.
Ertesi gün havaalanından İstanbul'a doğru giderken kesinlikle şunu düşünüyoruz. Her ne kadar Endülüs medeniyetinden günümüze belki de yüzde beş iz kalsa bile, sırf bunlar bile İslam'ın ulaştığı muhteşem seviyeyi ve ne kadar zirvede olduğunu ispat etmeye yetiyor ve artıyor bile. İspanya, gönlümde halen çok farklı bir yer tutuyor. Çünkü günümüzde bile gezerken "Buralar hâlâ biz kokuyor" duygusunu yaşadığım, dolaşırken kendimi yabancı biri olarak hissetmediğim bir ülke.
Onun için diyorum ki, her münevver, Endülüs'ü görmeli, Endülüs'ü yaşamalı ve Endülüs'ten ibret almalı…