Giorgio Agamben: Walter Benjamin'e olan borcumu asla ödeyemem
İlk olarak 15 Mayıs 2016’da La Repubblica’da yayımlanan söyleşi, Ido Govrin tarafından İtalyancadanİngilizceye çevrilerek The Journal for Cultural and Religious Theory’de yeniden yayımlanmış ve Türkçeyeİngilizce çevirisinden aktarılmıştır.
Değişken bir felsefe tasviri öneriyorsunuz.
Tecrübe alanını iki ana kategoriye ayırıyorum: bir tarafta nitelik (öz), diğer tarafta ise yoğunluk. Niteliğin sınırlarını belirlemek, temasını, konusunu tanımlamak ve haritasını izlemek mümkün. Buna mukabil yoğunluğun kendine özgü bir konumu yok.
Yoğunluk herhangi bir yerde meydana gelebiliyor mu öyleyse?
Felsefe ve düşünce, bu bağlamda bakıldığında her alana geçebilme ve bu alanları değiştirebilme eğilimi olan bir yoğunluktur. Bu gergin yapısını siyasetle olan bağında da korur. Siyaset de bir yoğunluktur; siyaset uzmanlarının inandığının aksine siyasetin dahi kendine özgü bir konumu yoktur. Bu yalnızca yakın tarihte var değildir, birdenbire din ve ekonomide de açıkça görülür bir hâle gelmiştir. Estetik bile belirgin bir politik yoğunluk kazanabilir, bir düşmanlık ve ihtilaf oluşumuna dönüşebilir. Yoğunlukların niteliklerden daha ilginç olduğunu belirtmeye gerek yok. Eğer nitelik ve disiplinler -en nihayetinde hayatın kendisi gibi- durağanlıklarını sürdürürlerse, belirli bir yoğunluğa ulaşmazlarsa körelerek bürokratik eylemlere dönüşürler.
Çürüyerek bürokratik eyleme dönüşmenin çaresi şiir olabilir. Sıklıkla felsefe ile şiir arasındaki bağı, Heidegger’in de düşüncelerinin merkezine yerleştirdiği bağı destekleyecek türde söylemlerde bulundunuz. Sözünü ettiğiniz bu bağ nelerden oluşuyor?
Felsefe ile şiirin iki ayrı nitelik değil, özgün dil sahasına farklı istikametlerden yönelen iki yoğunluk olduğunu çoktandır düşünüyorum. Saf sezgi ile saf ses. Nasıl ki içerisinde şiirsel bir an barındırmayan düşünce yoksa düşüncesiz şiir de yoktur. Bu bağlamda denebilir ki Hölderlin ve Caproni felsefecidir, tıpkı Plato ya da Benjamin’in düz yazılarının bazı kısımlarının salt şiir olduğu gibi. Eğer birisi çıkıp da bu iki grubu keskin bir biçimde ayırmaya kalkarsa şahsen hangisine ait olduğumu bilmiyorum.
Yaşam öykünüzde hukuk alanında akademik bir dereceniz olduğu görülüyor, fakat pek alışılmadık bir şekilde Simone Weil’e ithaf edilmiş bir tez ile birlikte. Tezinizi Simone Weil’e ithaf etmeye nasıl karar verdiniz?
Simone Weil’i 1963 ya da 64 yılında, Cahiers’in ilk basımını Montparnasse’teki Tschann kitabevinden tesadüfen alarak keşfettim. Öyle hayran kalmıştım ki kitabı Roma’ya döner dönmez kitabın kendisini hemen fethettiği Elsa Morante’ye okudum. O dakikada hukuk felsefesi dalındaki akademik tezimi Weil’in politik düşüncesine ithaf etmeye karar verdim. O zamanlar Weil’in düşüncesi İtalya’da yaygın olarak bilinmiyordu, Weil hakkında birlikte çalıştığım danışmanlarımdan çok daha fazla şey biliyordum.
Peki onun düşüncesinde sizi etkileyen neydi?
Hususi olarak kişilik kavramlarının eleştirisi ile Kişi ve Kutsal kitabında geliştirdiği yöntem diyebilirim. O eleştiriyi okuduktan sonra Marcel Mauss’un kişilik üzerine kavramlar konusundaki yazısını da okudum ve tüzel kişi ile modern bireyin teatral (ve ardından teolojik) maskesini birbirine derinlemesine bağlayan ilişki benim için netlik kazandı. Belki de Homo Sacer kitabımın ilk cildinden beri yapmayı hiç bırakmadığım hukuk eleştirisinin temeli Weil’in o denemesine dayanıyordur.
Düşünce yapınızdaki bir diğer temel de Walter Benjamin’di.
Hayatta tek seferde sindirebilmek için fazla büyük olay ve karşılaşmalar vardır. Bu olaylar bize eşlik etmeyi aslında hiç bırakmazlar. Heidegger ile Le Thor’daki karşılaşmam da Benjamin’le olan karşılaşmam da bu türdendi. İlahiyatçıların Tanrı’nın her hâlükarda dünyayı genişletmeye devam ettiğini söyledikleri gibi bu karşılaşmalar da oldum olası sürüyor. Benjamin’e olan borcumun haddi hesabı yok.
Borç güçlü bir kelime.
Burada yalnızca metodolojik bir soruna işaret etmek yeterli olacaktır. Yaşamı iyileştirmeyi ve şimdiki zamanda hareket etmeyi amaçlayan kesin bir fenomen olan açıkça dolaylı tarihi bağlamından güç devşirmeyi bana öğreten kişi oydu. O fenomen olmadan teoloji ve hukuk, siyaset ve edebiyat gibi kapsamlı alanları istila etmem mümkün olmazdı. Kişi, bir yazara böylesine dadanınca ortaya neredeyse sihirli gözükebilen bir fenomen çıkıyor, fakat fenomenler yalnızca bu yakınlığın bir sonucu olarak doğuyor. Nitekim Benjamin’in el yazmalarını önce Roma’da bir çocukluk arkadaşının evinde sonra da Paris’teki Ulusal Kütüphanede tesadüfen keşfettim. Bunlar Benjamin’in yaşamının son yıllarında üzerinde çalıştığı, Baudelaire hakkındaki kitabının el yazmalarıydı.
“Biyopolitika” konusuna değinmelerinizi son yıllarda yoğunlaştırdınız. Sizce bu kavramı büyük ölçüde Michel Foucault’ya mı borçluyuz?
Kesinlikle. Fakat benim için aynı derecede önem taşıyan bir diğer nokta da Foucault’daki yöntem sorunuydu, yani bir arkeoloji sorunu. Günümüzde “şimdi”ye erişebilmenin tek yolunun geçmişi araştırmaktan, arkeolojiden geçtiğine iyice ikna oldum. Şunun bir açıklık kazanması gerekiyor; arkeolojik araştırmalar, Foucault’nun yazdığı gibi bir şimdiki zaman sorgusunun geçmişe düşürdüğü gölgelerden ibaret değildir. Bu gölge sıklıkla Foucault’nun peşine düştüğünden daha uzundur ve Foucault’nun neredeyse hiç sözünü etmediği teoloji ile hukuk gibi alanların da derinine iner. Benim araştırmamın sonuçları ihtilaflı çıkabilir, ama hiç değilse İstisna Hâli, The Kingdom and the Glory ve The Sacrament of Language kitaplarımda geliştirdiğim ari arkeolojik araştırmaların, içerisinde yer aldığımız zamanı anlamamıza yardımcı olacağını umuyorum.
İçinde yaşadığımız zamanı anlamamıza yardımcı olan bir diğer düşünür de Gösteri Toplumu kitabıyla Guy Debord. Metni, şimdiyı idrak etmemize hâlâ katkı sağlıyor.
Gösteri Toplumu kitabını ilk kez basıldığı yılda, 1967’de okudum. Seneler sonra, 80’lerin sonlarında ise Guy’la arkadaş olduk. Kitabı ilk okuduğum esnada onun zihninin, hareketlerin kaderini tehlikeye atan ideolojik ön yargılardan tamamen arınmış olduğunu gördüğümde yaşadığım rahatlama anını hatırlıyorum. 68 yılında ve sonraki yıllarda bu hareketlere mensup kişileri ziyaret ettiğimde korku ya da utanç duymaksızın “Maocu”, “Troçkist” vb. olduklarını ilan ediyorlardı. Guy ve ben aynı berraklığa ulaşmıştık; o sanatsal avangart geleneğindendi, bense şiir ve felsefeden.
Debord, kendisi hakkında: “Ben bir felsefeci değil, strateji uzmanıyım.” diyordu. Bunu söylerken sizce neyi kastediyordu?
Söylediğiniz bu tasdikleyici cümleye rağmen hem bir felsefeci hem de bir strateji uzmanı olmanın onun için bir çelişki teşkil ettiğini düşünmüyorum. Felsefe, içerisinde her zaman bir strateji sorununu da barındırmıştır. Sonsuz olanı arasa bile bunu yalnızca kendi zamanıyla yüzleşerek yapabilir.
Paris’te yaşadığınız yıllarda Italo Calvino ile sık sık görüştünüz. Onunla ve onun “aydınlatıcı geometriler” fikriyle olan ilişkiniz nasıldı?
Calvino’nun yanı sıra o yıllarda sıklıkla gördüğüm Claudio Rugafiori’yi de anmak istiyorum, çünkü hiçbir zaman yürümeyen bir dergi tasarısı üzerine üçümüz birlikte çalıştık. Bu teşebbüsümüz, kendi aramızda “İtalyan Kategorileri” adını verdiğimiz şeyi kullanarak İtalyan kültürünün iskeletini tanımlamayı istediğimiz ikili kavramları tarif etmek içindi: “Mimarlık/ Dalgınlık”, “Trajedi/Komedi” ve “Hızlılık/ Çeviklik”. Sonuncusunu Calvino’nun Amerika Dersleri’nden anımsayanlar olabilir. Bu kavramların Italo’nun ve Claudio’nun zihinlerinde işleme şekli beni büyülemişti.
Bunda sizi cezbeden neydi?
Beni onlarda cezbeden; hiç kimsenin onları bulmayı bilmediği bir yerde, benzerlikleri ve uygunlukları algılayan saf analojik düşüncenin iki biçimi oldukları gerçeğiydi. Analoji, kültürümüzün gittikçe daha çok kenara ittiği bir bilgi edinme biçimi. Calvino’nun geometrik ve bilimsel tasavvurunun ise doğru olduğuna inanıyorum. Onun tasavvuru, analojik hayal gücünün daha sıra dışı bir şekliydi. Onun edebi bilginin coğrafyasını yeniden kurmasına olanak sağlayan şey, her seferinde bir çeşit yorumlama dürtüsüydü.
Heidegger’le olan karşılaşmalarınızdan, onu 1966’da ve daha sonra 1968’de seminer sonrası Le Thor’da takip ettiğinizden söz etmiştiniz. O görüşmelerden geriye sizde ne kaldı?
Heidegger’le olan karşılaşmam, Benjamin’le de olduğu gibi, hiçbir zaman sonlanmadı. Bu anı hafızamda o zamanlar turizmin henüz el atmadığı şehrin manzarasından ayrılamaz bir niteliğe sahip. Seminerler bizi ağırlayan küçük otelin bahçesinde, bazen de çevredeki kırsala yaptığımız çok sayıda gezilerden birinde, bir kulübede ve sabahları gerçekleşirdi. İlk sene toplamda beş kişiydik, seminerin yanında bir de birlikte yenen öğünler oluyordu. Heidegger’e ilgimi en çok çeken soruları, Kafka okuyup okumadığına, Benjamin’i bilip bilmediğine dair sorular yöneltmek için bu yemeklerden faydalanırdım. Ancak bunlar yalnızca anekdotlar.