Gamzeye dolan gözyaşı: Jean Louis Fournier
Kendi hayatını anlatmanın bir hatırlama değil, unutma eylemi olduğunu bir çırpıda söyleyebilirim. Fournier okumadan önce de böyle düşünüyordum. Fransız edebiyatının bu dahi yazarı bu düşüncemi tahkim etti sadece. Çünkü Fournier konvansiyonel edebiyat eleştirisiyle alay edercesine kişisel hayatını kitaplarında optimum seviyede şeffaflaştıran bir yazar. 19 Aralık 1938’te Fransa'nın Calais kentinde doğdu Fournier. Yazarlık kariyerine başlamadan önce uzun yıllar komedyenlik ve televizyonculuk yaptı. Fransa'da yayınlanan “Italiques” adlı talk show programının yönetmeni olarak adını duyurdu. Eserleri dünyanın pek çok diline çevrildi. Fransızlar için yaşayan en önemli yazarlarından biri. 1976'dan 1992'ye kadar daha çok televizyonda işler yapan Fournier, 1992’den sonra yazarlığa ağırlık verdi. 20'yi aşkın kitap çıkardı. Yazdığı kitaplar çoğunlukla “kısa roman” ya da “anlatı” olarak kabul ediliyor.
“Kahkaha insan sapmalarını gözlemlemekten kaynaklanan kendini tatmindir.” Hegel’in böyle bir düşünceye kapılmasının bir sebebi var. Modern zamanlara kadar gülmek ve komik unsuru lanetlenmiş ve şeytani bulunuyordu. Platon ya da Aristo’nun mizah ve komik üzerine fikirleri hiç hoşgörülü değildir. Onlara göre kahkaha; şeytani ve çürütücü bir fenomendi. Hegel ile birlikte aslında komik olanın insani özü vermede trajediden hiç de geri kalır yanı olmadığı tescillenmiş oldu. O gün bugündür “ironik söylem” edebiyatın ve felsefenin en büyük silahlarından biridir. Gözyaşları etkili bir leke çıkarıcıdır. Kahkaha da öyle. Aralarındaki tek fark kahkahanın daha az maliyetli olması. İşte Fournier yazdığı her metinde kahkaha çınlamalarına boğar bizi. Kahkahanın kendisi yoktur. Sadece çınlar. Çünkü hayat olabildiğince acıyla doludur. Fournier dünyayı seleflerinin baktığı yerden görmeyi sürdürür. Yalnız acının anlatımı değişmektedir onda. Acıyı, faniliği, geçip giden zamanı, pişmanlıkları edilgen bırakan kötülükleri bir yas polifoniği ile anlatmaz. Bir komedyen gibi alay ederek küçük düşürerek çarpıtarak anlatır. Eğer dünya bir stüdyoya dönüşmüşse çarpıtma en etkili üsluptur. Fournier’e göre şaka; insanı küçük düşürmez, onun zaten küçük düşmüş olduğunu hatırlatır sadece.
Fournier’in kitaplarının okunma süresi maksimum 1 (bir) iş günüdür. Fragman biçimini kullanması onu hem sade ve akışkan bir dile hem de kendi hayatını simüle edebileceği bir çatı kurmasına elverişli ortamı yaratır. Her kitabında kendi hayat hikâyesi vardır. Bundan gocunmaz. Hayatını ifşa etmekte cüretkârdır. Zira anlattığı her ne ise o bir tortudur. Ve Fournier metinlerinde o tortuyu kimyasal bir deneye tabii tutar. Muhakkak her kitabından sevdiklerinden birini merkeze alır ve onu anlatır kitap boyu. Çoğunlukla da anlatılan kişi ölüdür. Ölünün arkasından konuşma pratiği olarak bile okunabilir Fournier metinleri. Annesi babası eşi… Ölmüşlerdir. Geriye Fournier’in onlar hayattayken yüzlerine söyleyemediği ne varsa onları anlatmak kalmıştır. Peki, ölülerin ardından mizah mı yapıyor Fournier? Elbette. Ölümün ağırlığını üzerinden atmak için bulabildiği yegâne yol bu çünkü.
Fransa'nın en ilginç edebiyat ödüllerinden biri olan Prix Femina, 1904'te La Vie Heureuse dergisine yazan ve kadın duyarlıklarını yansıtan bir edebiyat ödülü olmasını isteyen yirmi iki yazar tarafından başlatılmış. Her yıl yalnızca kadın yazarlardan oluşan bir seçici kurul tarafından veriliyor, ama ödülü kazananın kadın yazar olması gerekmiyor. Bu ödül, 2008’de Fournier’in Nereye Gidiyoruz Baba? kitabına verildi. Engelli ikizlere sahip bir babanın kaderiyle genetikle ve kendisiyle hesaplaşmasını konu ediniyor bu kitap. Engelli çocuk ebeveyni olmanın çelişkilerini ve kırılganlığını anlatıyor.
Fournier’in zekâya yaslanan bir dil kullanımı var. Bu onu ister istemez daha dikkatli bir yazar yapıyor. Daha dikkatli ve daha özel…Kusursuz insanların çekici olmadığını, acil durumlarda bir doktorun Meryem anadan daha güvenilir olduğunu, annelerimizin birer kez öldüğünü ama bizim defalarca öksüz kaldığımızı, özellikle de nefes kelimesinden önce geldiğinde son kelimesinden hiç hoşlanmadığımızı, edebiyat olmasaydı yalnız birinin tek başınayken neler düşündüğünü hiçbir zaman bilemeyeceğimizi, yalnızlığın bir eğilim olduğunu, kederin fotojenik olduğunu, tanrının en güzel çiçeklerini hep en erken topladığını, insanın sanatçı olmak istediğinde uyuyamadığını çünkü gürleyen alkışların onu uyandıracağını ve daha bir çok dikkati onun kitaplarını özel kılıyor.