Ege'nin öte kıyısında hüzünlü bir şehir: Selanik
Osmanlı’nın yüzlerce yıllık mirasının nabzının attığı Balkanlar, konforlu uçuşlarla, bir iki günlük ziyaretlerle keşfedilecek bir coğrafya değil. Selanik'ten Elbasan ve Tiran'a... Bar'dan, Budva'dan Kotor, Dubrovnik, Trebinje ve Mostar'a... Ve son olarak Prizren'den Üsküp'e uzanan bu yarı tur, alçakgönüllü bir keşif girişimiydi. Yaklaşık 450 yıllık ortak geçmişimizin izlerini taşıyan hüzünlü Selanik ise, gezinin ilk uğrağıydı.
Bir gezi yazısında nerede kalınır, nerede ne yenir meselesi elbette çok önemlidir. Ancak muradınız hatırı sayılır kısmı yitip gitmiş eski zaman güzelliklerini yakalamaya çalışmaksa, yeme içme, kalma notlarını Trip Advisor'lara, Booking'lere, Foursquare'lere emanet eder, bünyenizi gezinizin doğal akışına bırakırsınız.
Kara yoluyla gezmek meşakkatlidir ama seyahatin ruhu da tam burada gizlidir. Zaten Kapıkule'den geçince, ilk anladığım şey de şu oldu: Her gezi, farklı bir ruh ve varlık sebebi içerir.
Kavala'da gobete molası
Daha sabahın karanlık yüzündeydim ki Kavala banliyösündeki bir mola yerinde, fırından yeni çıkmış misss gibi gobetenin kokusu beni benden aldı. Çantamdaki azık çıkınını unuttum, ikram çayla birlikte iki dilim böreği afiyetle yedim. 'Kalimera' ile selamladığım Türkçe bilen Kavalalı zarif Helen kadınlara 'Allahaısmarladık' ile veda ettim. Eşe dosta hediye Kavala Kurabiyesi aldım fakat günler sürecek maratondan sonra ne hale gelir, bilemedim. Kavala'yı gezi programına dâhil etmedim. Mısırlı Mehmet Ali Paşa'nın memleketini görmeyi, şubat ortasında gideceğim İskeçe (Xanthi) Karnavalı'na bıraktım.
Her şey beni karşıladı
Yeniden otobana girdim (bizim standartlarımıza göre, çok zorlarsak duble yol addedilebilir) ve 153 kilometrelik yol iki saat sürmedi. Selanik, soğuğu, kasveti ve sabahın ilk ışıklarında erken işe koyulanların mahmur ve düşünceli simalarıyla karşıladı beni. Bu zoraki ağırlama o kadar kasvetliydi ki, ölümle malul gezgin şair Gerard du Nerval'in dizeleri dilime pelesenk oluverdi.
“Bekleme beni bu akşam çünkü ak ve kara olacak gece.”
Mustafa Kemal’in doğduğu ev
Isıran tan serinliğinde, hüzünlü Selanik'teki ilk durağım, Türk Konsolosluğunun bahçesinde, şimdi Atatürk Evi Müzesi olarak hizmet veren Mustafa Kemal'in doğduğu evdi. 9.30'da açılacak olan müze ev ve konsolosluk binasını, şöyle bir dıştan turladım. Alacakaranlıkta fotoğraf çektim. İki yapının da ekstra demir kapılar ve tel örgülerle berkitilmiş olduğu gözümden kaçmadı. Yolun karşısında kahvesini açmaya hazırlanan filozof görünümlü esnaf, poz vermedi ama bu aşırı korumanın sebebini kendince açıklayıverdi:"Özellikle gençler ekonomik krizden bıktı. Hamaset karın doyurmasa da etkili oluyor. Gençler, siyasetçilere saldırmak yerine burayı taşa tutarak serinliyorlar."
Beyaz badanalı Kule
Bu kuleye, Osmanlı idaresindeyken kalabalık Selanik Sabetayları Kuli Blanka demiş, Rumlar ise Lefkos Pirgos. Ama kule hâlâ ben Osmanlı izlerini göz önüne sermekte.Beyaz Kule'den güneye doğru giderken gördüm ki, Selanik'in sahil şeridi, sahiden de bizim İzmir'in Kordonboyu'na benziyormuş. Koca alanda fır dönerken Türkiye'den doğru yükselen güneşe inat ters ışıkla yükselen İskender Heykeli ile selfie'ler çekerken tarih bilgimi de ölçüp tarttım: Antik çağın fetihçi Makedonyalı İskender'in torunları, imparatorlarının ordusunu savaşlarda onlarca yıl yenilmez kılan falanks düzenini unutmamış ve o düzenin vazgeçilmez unsurları olan mızrak ve kalkanlar dikmişler