Duygular sözlüğü: Tuz Portakalı

​Duygular sözlüğü.
​Duygular sözlüğü.

“Arjantin’e âşık olur, Almanya’yla evleniriz.” Osman Konuk’un bu dizesi çok sevilir. Ancak bu dizeyi sevenler daha çok Osman Konuk’un yaş grubuna değil de bizim yaş grubumuza mensuptur. 80’lerde veya 90’larda doğanlar, bu dizeyi çocukken babalarının hemen hemen her hareketinde görmüştür. (Ben hariç.)

Çocukken mahallemizdeki en sevilen esnaf Karabigalı Mandıracı Ahmet Abi’ydi. Bobic’i çok severdi. Bobic, Alman bir forvetti. O gün fark etmiştim bunu. Çünkü tek başıma ilk alışverişimi yapmıştım. Annem ben 4 yaşındayken elime para tutuşturup 1 litre süt almamı istemişti. Evden çıktım, derin nefes aldım. Yukarı baktım. Annem beni izliyordu. Abimin öğrettiği halkoyunları figürlerindeki gibi yaptım. Kollarımı efe gibi açtım. Babanız memursa ve işi gereği başka bir şehirdeyseniz, yaşınız kaç olursa olsun memleketinizi o gurbette belli etmeniz gerekir. Karabigalı Mandıracı Ahmet Abi’ye parayı uzatıp 1 litre süt istedim. Bana sütümü verip, “Efe, akşam Bobic’i izle!” dedi. Ben de Almanya’nın rakibini sordum. Cevap ise ilk alışverişimi başarıyla tamamlamış olmamdan daha çok mutluluk veren mavi idi: İtalya.

Eve geldim. Abime akşamki maçta yine İtalya’yı tutacağımı söyledim. Çünkü İtalya hem çizgi filmlerde hem normal filmlerde hem de kendi futbol liginde bana bambaşka heyecanlar sunuyordu. Ee ne de olsa Arjantin’in büyük bir kısmı aslen İtalyan’dı ve ben bunu çok sonra öğrenecektim. İtalya, Almanya gibi Avrupa ülkesiydi ama ateşi Arjantin’in yarısıydı. Abim, Portekiz ekolünü sevdiğini söyledi. Şimdi düşünüyorum da 9 yaşında biri bana “ekol” demişti ve bu lafı ilk abimden duymuştum.

Uyuyakalmışım. Uyandım. Birtakım sesler gelmişti. Biraz kısık ama kavga gibiydi. Takvime baktım: 19 Haziran 1996. Saate baktım: 17.30. Maça üç saat vardı. Abim sağ olsun bana; takvim ve saat okumayı öğretmişti. Anneme koştum. Mutfakta burnunu silen anneme, “Akşam, İtalya’yı tutacağım ama babam Almanya’yı tutacak.” dedim. Annem, babamın ve abimin aksine bir İstanbul takımını değil de Trabzonspor’u tutuyordu. Trabzonlu olmayı bırakın hayatında Trabzon’a gitmemişti. Sadece küçükken kasabaya indiğinde gazetede, Trabzonspor’un Göztepe’yi yenip şampiyon oluşunu okumuştu. Bordo-mavililer, İstanbul’a inat şampiyon olmuştu. Ben de memur babamın memleketi gereği Göztepeliydim. (Göztepeli olmak mı? Üzerine kitap yazarım.)

Anneme yine benimle müttefik olması için akşamki maçın bilgisini vermiştim ama o burnunu siliyordu. Nasıl da zarif siliyordu. Benim sümüğüm aksa, rezil olacağız diye en sert ve hızlı şekilde silerdi burnumu. Annem birden yükseldi, “Ben gavur takımı tutmam. İzleyin işte, babasının oğulları.” dedi. Maç başlamak üzereydi. Karabigalı Mandıracı Ahmet Abi, babam, abim, ben ve belki de Osman Konuk veya başta alıntıladığım dizeyi sevecek olan herkes heyecan dolu bir maç bekliyordu. Olmadı. Maç golsüz bitti. Maç biter bitmez abim koşarak salondan çıktı. Babam soyduğu kıştan kalma portakalın kabuklarını sobanın üstüne dizdi. Ama hazirandı. Sobayı yakmadı. Portakalın kokusu yayılmayacaktı. Anlayamadım. Sonra çekyatı açtı. Çarşaf serdi ve yastık buldu. Abimi aramaya koyuldum. Annem bağdaş kurmuş oturuyordu. Sağ dizine başını koymuştu abim. Koştum. Annemin sol dizine koydum kafamı. Tam uyuyacaktım ki annem, “Ali, babanın yanına git. Onunla uyu. Yarın da abin babanla uyur.” dedi.

Maçın tatsızlığı devam ediyordu sanki. Aklıma geldi (4 yaşındayım, bir öncesi falandı galiba), bir gün uyuyamamıştım ve mutfakta öylece oturuyordum. Babaannem bizde kalıyordu. Babam uyanıp hasta annesine bakmak istemişti. Babaannemin odasına giderken küçük küçük öksürmüştü. Ben de babamın yanına giderken sadece 4 yaşında bir çocuğun yapabileceği o yalan öksürmeyi yaptım. Salona girdim, karanlıktı. Sobanın önünde bir karartı vardı. Yakınlaştım. “Ali” dedi babam. Beni kucağına aldı. Sanki nefesini tutuyordu. Anneme, babaanneme, abime, teyzelerime yaptığım gibi onu birden sol yanağından öpmek istedim. Çünkü büyükleri habersizce ve birden öpünce çok mutlu oluyorlardı.

Ve birden öptüm. Babam yutkundu. İkimiz de öylece kaldık. Kafamı, babamın sol yanağından geri çekemedim. Dudaklarımda tuz vardı. Her şeyi anladığım için derin bir nefes aldım. Arjantin’i bir gün bile desteklemeyen babam “Ne oldu oğlum?” dedi.

“Hiiiç baba, öhü öhö, portakallar çok güzel kokuyor.”