Doğu Ekspresiyle Anadolu'ya uzanan bir: 'Uzun Hikaye'

​Doğu Ekspresiyle Anadolu.
​Doğu Ekspresiyle Anadolu.

Türk edebiyatının önemli isimlerinden Mustafa Kutlu’nun “Uzun Hikâye”si kimsesiz bir Ali’nin Münire’sini kaçırması ile başlar. Bir vagona atlayıp bilinmeze doğru yola çıkan çiftin ömrü Anadolu’nun çeşitli kasabalarında kök salmaya çalışarak geçer. Her yeni istasyonda kendilerine yeni dostları ile küçük bir hayat kurmayı başaran ailenin işleri bir türlü yolunda gitmez. Malum Ali cesur, dürüst ve sözünü sakınmayan bir adamdır. Her yeni kasabada bu özelliği ile birilerinin pişmiş aşına su katacak, zulme karşı durma gayreti ile kasabanın çıkarcı sakinlerini huzursuz edecektir. En nihayetinde aile elinde bavulları, yeni bir yuva arayışı ile soluğu istasyonda alırlar.

Zihnimde yer etmiş en bariz tren sahnesi işte bu “Uzun Hikâye”ye ait. Bir de yıllar önce babaannem yanına beni ve kardeşlerimi alıp memlekete götürmüştü. Yaz başı, tren doğudan geliyor, mevsimlik işçiler treni doldurmuş. Kendi kapasitesinin belki üç katı yolcuyu yüklenmiş trende oturacak yer bulamamış, zor bela bavullarımızı bir kenara sıkıştırıp beş saat ayakta yol gitmiştik. Çocuk aklı ile çok komik bir yolculuktu, ama tabi bir de babaanneme sorun siz o işi.

Yeni bir “Uzun Hikâye” ile tren hatıralarımızı tazelemek, biraz da popüler kültüre uyarak Turistik Doğu Ekspresi’ne bilet alıyor ve yolculuğa başlıyoruz. Bu seyahatte tek tecrübe edilecek şey otuz dört saatlik tren yolculuğu değil elbet, Erzincan, Erzurum ve Kars’a da ilk gidişim. Şimdi sizlere Doğu Anadolu’nun bedeni dondurup içinizi ısıtan manzara, kültür ve tecrübe etmek niyetindekiler için Doğu Ekspresi’nin küçük detaylarından bahsetmek istiyorum.

Ebul-Menucehr Cami.
Ebul-Menucehr Cami.

Tren, Ankara’dan öğleden sonra hareket ediyor ve kutu gibi birer odaya yerleşiyoruz. Kompartımandaki koltuk, yatağa ardından da ranzaya dönüşüyor. Tek çocuklu aileler bilmez ama küçükken pek çoğumuzun ranzada yatmışlığı vardır. Altı basık olduğundan tıpkı yıllar öncesinde olduğu gibi kim orada yatsın diye birbirimize bakış atıyor, ardından konuyu sulh içinde hâllediyoruz. Odada küçük bir lavabo, buzdolabı ve masa bulunuyor. Tuvalet ise ortak kullanımda. Diğer ulaşım araçlarına kıyasla tren yolculuğu, hareket kabiliyetine izin verdiği için gerçekten eşsiz bir tecrübe sağlıyor. Yani otuz dört saatlik yolculuk gözünüzü korkutmasın.

Anadolu’nun küçük kasabaları

Yol boyunca minik kasabalardan geçiyoruz. Pek çok istasyon, istasyon caddesi ve istasyon memurlarının evleri. Tüm bunlar beni tekrar Mustafa Kutlu’nun zihin dünyasına taşıyor ve “Hah demek Ali ile Münire’nin vagondan evi tam da böyle bir yuva olmalı!” diyorum. En güzeli ise sabah gözlerimizi açtığımızda karşımıza çıkan kanyon manzaraları. Karsız bir Aralık ayı olmasına rağmen, düşen kırağı kanyon çevresini beyaza bürümüş. Bu muazzam görüntüler arasında tünellerden geçip Erzincan’a varıyoruz. İlk durak İliç, burada şehri keşfetmek için 3 saatimiz var.

Yaklaşık 18 saatin sonunda karaya ayak basmanın mutluluğundan mı, Erzincan tren garında çalan türkülerden mi bilinmez içimizi bir neşe kaplıyor ve ilk vasıtayla Girvelek Şelalesi’ne doğru gidiyoruz. Dönüşte bakırcılar çarşısından birer sahan alıp trene son anda yetişiyoruz. İstikamet Erzurum! Gezinin bana en sıcak gelen durağı burası. Halkı gerçekten samimi hissettiriyor ve konunun Cağ kebabı ile hiçbir alakası yok.

Akıllarda kalan şehir: Erzurum

Erzurum’a indiğimiz anda Anadolu Türk devletinin kapıları bir zaman makinasından çıkarcasına önümüze seriliyor. Keskin soğuğa aldırmaksızın Gar Caddesi’ni tırmanıyoruz. Tüm haşmeti ve asaleti ile yüzyıllara direnmiş Yakutiye Medresesi’ni görüyoruz. Anadolu’daki kapalı avlulu medreselerin en büyüğü olan medrese 1310 yılında inşa edilmiş. İç içe geçmiş geometrik desenleri, çini işli minaresi ve taç kapının kemerleri arasına işlenmiş pars ve kartal motifleri hem dönemin ruhu, mimarisi ve derin estetik algısı hakkında fikir veriyor. Ayrıca bu yapı, o dönemde eğitime verilen önemin kanıtı niteliğinde karşımızda duruyor. Günümüzde Türk İslam Eserleri ve Etnografya Müzesi olarak kullanılan mekânın içi de görülmeye değer.

Şehir, Selçuklu döneminden kalma diğer pek çok yapıya da ev sahipliği yapıyor. Üç Kümbetler, Çifte Minareli Medrese ve Ulu Cami bir çırpıda sayabileceğim yapılardan sadece bazıları. Sonraki durağımız: Üç Kümbetler. Kümbet yani Anadolu Selçuklu Hanedanlığı döneminde yapılan anıt mezarlar, fani olan insanın dünyada iz bırakma çabasının muazzam bir örneği. Orta Asya’da ve farklı toplumlarda da yüksek yapılı ve işlemeli mezarlar yapmak dönem dönem adet olmuştur. Mısır piramitleri ebadında olmasa da benzer motivasyonlarla yapılmış kümbetlerden en büyüğü 12. yüzyıldan kalma ve Emir Saltuk’a ait. Diğerleri ise 14. yüzyılda inşa edilmiş, fakat kim için yaptırıldıkları konusunda net bir bilgi bulunmuyor.

 Ani Antik Kenti.
Ani Antik Kenti.

Ziyaret ettiğimiz yerlerde Osmanlı döneminden kalma çok az eser olduğu dikkatimi çekiyor. Erzurum’a has oltu taşı ürünlerin satıldığı Taşhan bunlardan biri. Diğeri ise Mimar Sinan’ın Anadolu’daki sayılı eserlerinden olan ve Yakutiye Medresesi’nin hemen yanı başında bulunan Lala Paşa Cami. Bu manzara karşısında Balkanlar’ın herhangi bir diyarında; Üsküp, Saraybosna ya da Prizren’de çok daha fazla Osmanlı eseri gördüğümü anımsayıp Osmanlı’nın bir Rumeli İmparatorluğu olduğuna bir kez daha kanaat ediyorum. Erzurum’da görülecek daha çok yer ve söylenecek nice sözler var. Ayrıca şehri üç saatlik tren molasında gezip bitirmek kesinlikle mümkün değil. Bu yüzden biz yolculuğun sonunda birer günümüzü Erzurum ve Kars’a ayırıp dönüşümüzü uçakla yapıyoruz (kesinlikle tavsiye ederim). İstikamet: Kars.

Ani Harabeleri'nde saklı derin tarih

Kars, kazı ve kaşarı kadar çok kültürlü yapısı ve derin tarihi ile de meşhur bir şehir. Kars’ın tarihi 900’lü yıllarda şehir merkezi olarak kurulmuş Ani Antik Kenti’nde başlıyor. Bugün, Ermenistan ile doğal bir sınır oluşturan Arpaçay ve iki ayrı duvar sistemi şehri çevrelemiş durumda. Ani’den bakınca hemen karşımızda Ermenistan’a ait karakolları görebiliyoruz.

En gelişmiş döneminde nüfusunun 200.000’lere ulaştığı iddia edilen Ani, Kars’ın beş yüz yıllık hikâyesini içinde barındırıyor. Antik kentte restore edilmiş birkaç yapı bulunuyor ve bunların arasında Ebu’l Menuçehr Camii, 1072 yılında ülkemizin toprakları içinde inşa edilen en eski cami olmasıyla dikkat çekiyor. Görebildiğimiz diğer yapılar pazar yeri, kilise ve katedraller. 16. yüzyılda Kanuni Sultan Süleyman tarafından şehir merkezi bugünkü yerine taşınıncaya dek Kars’ın kalbi Ani’de atmış.

Üç Kümbetler.
Üç Kümbetler.

Her ne kadar Kars merkezinde de anlatılmaya ve görülmeye değer pek çok eser olsa da biz onun yerine Çıldır Gölü’ne gitmeyi tercih ediyoruz. Benim en çok keyif aldığım, adeta mest olduğum yer; kışları donması ile meşhur Çıldır Gölü. Uzaktan Tuz Gölü’nü andıran beyaz bir su kütlesi, yakından ise adeta devasa bir buz pateni pistine benzeyen göl tam bir doğa harikası. Gölde bir tur atmak için kızağa biniyoruz. Kızağımızı, Necip Fazıl’ın “Hey gidi küheylan, koşmana bak sen, çatlarsan doğuran kısrak utansın!” dizelerini hatırlatan cevval bir at çekiyor. Yüzümüze vuran rüzgâra rağmen gölün üzerinde karşılaştığımız bu görsel zenginlik karşısında muazzam bir keyif alıyoruz. Dönüşte bir sobanın etrafında toplaşıp sıcak çayımızı yudumluyoruz. Çayın sıcaklığından ya da gölün manzarasından olsa gerek, “Ya bu güzellikleri göremeden göçüp gitseydik” diye iç çekip şükrediyoruz. Dört gün süren seyahatimizin ardından vakit dönüş vakti. İşte bu da bizim uzun hikâyemiz. Daha nicelerinin hem bana hem okuyucuma kısmet olması temennisi ile.