Dickens'in kasvetli evi: Londra
Yıl 1812, Charles Dickens’ın mutlu bir İngiliz olarak dünyaya geldiği tarihbu. Yer: Portsmouth. Sonrası, henüz 3 yaşında bir çocukken taşındıklarıLondra’nın kasvetli günleriyle birlikte gelen o mutsuz yılların bitmeyenhesabı. Hayatın tam ortasında tek başına kalmış bir çocuk. Babasınınbitmeyen borçları nedeniyle, hapse düşen ailesini yalnızca demirparmaklıklar arkasında görebilmek gibi uzun yalnızlıklarla örülmüş yaşantısı,günde 10 saat, izinsiz ve ağır şartlar altında mecbur kaldığı "çocuk işçi" rolünü oynamaya icbar etmiştir onu.
- "Kafamı kurcalayan en büyük tasa ayrılık gününe daha altı gün olmasıydı. Çünkü bu arada Londra’nın başına bir hâl gelecek diye kaygılanıyordum; gittiğimde orasını ya çok bozulmuş bulacak ya da tümüyle havaya uçup gitmiş olduğundan, hiç bulamayacaktım." - Büyük Umutlar
Sığındığı kimsesiz çocuklar yuvasında ruhunun derinliklerine doğru açılan başka bir hayatın pencereleri, Dickens’ın hikâyesinin başlangıcı belki de. Londra’nın puslu silüeti bu pencerelerden en berrak ve en kirli şekliyle görünecektir. Tek başına sersefil ortamlarda verdiği hayat mücadelesi, büro elemanı, zabit kâtibi ve parlamento muhabiri gibi işlerde çalışarak erdiği ilk gençlik yıllarıyla taçlanmıştır. Bu zorlu hayatı, bedenini ve ruhunu yıpratırken bir taraftan da eline kalemini alacağı o ilk güne yapılmış zihnî bir hazırlık gibidir sanki. Roman kahramanlarıyla birlikte yaşar, çalışır ve nefes alır. Edebiyatı, hayatın tam içinden görüp anlayacak kadar gerçektir.
Londra şehri ise fonda Dickens’ın yazarlığını doğuran sancılı bir annedir.
Dickens ailesinin Londra’ya ilk geldiklerinde şehrin varoşlarındaki bir mahallede yaşamaya başlaması, evin küçük oğlu Charles için yoksulların, ötekilerin ve ezilmişlerin dünyasına yapılmış erken bir tanıklık anlamına geliyordu. Zaten ilerleyen yıllarda "sıradan insan"ı, daha önce rastlanmayan bir kahraman mitiyle, sokağı, steril olmayan en gerçek hâliyle ve yoksulluğu, kimsenin görmek istemediği o kapkara şekliyle dahil edecektir kendi roman evrenine. Dickens’ın Londra’sı çoğu zaman büyük umutsuzluklarla kuşatılmıştır. Kara, tozlu, umutsuz bir şehirdir burası. Evet gerçektir de, yaşayanların yegane gerçeği. Müşterek Dostumuz romanındaki şu pasaj mesela:
"Bahar akşamları, görmezden gelinemeyecek kadar uzun ve aydınlık olduğunda, hava da böyle zıvanadan çıktığında, Bay Podsnap'ın açıklayıcı bir biçimde London, Londra, Londres dediği şehir berbat bir hâl alırdı. Sobası tüten bir evle, kocasını azarlayan bir hatunun özelliklerini birleştiren, kara, şirret bir şehir; kumlu kumlu bir şehir; kurşundan örtüsünde tek bir delik olmayan umutsuz bir şehir; Essex ve Kent'in devasa Bataklık Kuvvetleri tarafından kuşatılmış bir şehir."
Dickens romanlarını okurken, satırların üzerine basa basa ilerleyerek Londra sokaklarında bir gezintiye çıkmış gibi hissedersiniz kendinizi. Dickens sizi elinizden tutarak sokak sokak dolaştırır. On dokuzuncu yüzyılın İngiltere’si tüm gerçekliğiyle karşınızdadır işte. Meydanları, çamurlu yolları, labirent sokakları, atlı arabaları, dumanlı fabrikaları, sokak aydınlatmaları ve o meşhur sisli havasıyla Londra. Şehir hem mekân hem de bir roman kahramanıdır. Dickens her hâliyle umutsuz bir Londra yazarıdır. Elbette bu Londra, yakından tanıdığımız o Victoria Devri Londra’sıdır.
Endüstri devrimiyle birlikte gelen yeni, parlak bir çağ ve aynı anda arka fonda görünmeyen büyük acılar, sosyal buhranlar, ağır yaşam koşulları. Ve elbette eşitsizliğin doğurduğu kriminal atmosfer, tekinsiz sokaklar, sürekli artan suç oranları. Makineleşmenin derinleştirdiği sosyal statü farklarının, zenginle yoksul arasındaki uçurumları büyüten bir toplumsal travmaya dönüştüğünü cesaretle söyleyebilmek Dickens’ın işiydi. Bunu yazdığı Londra merkezli romanlarıyla eleştirel bir ses hâline getirdi. Fonda hep aynı sancı vardı. Bu sancıyı kuşandı. Bununla birlikte mekânı edebi bir form olarak kurmacalarına güçlü bir şekilde yerleştirebilme başarısını da gösterdi. Çağının en meşhur yazarı oldu Dickens, İncil’den sonra dünyanın en çok satan kitaplarının müellifi unvanını taktı omuzlarına.
Dickens Londra’ya tutkuyla bağlıdır. Kalemiyle onun bağırsaklarını deşer, karanlık yüzüne ayna tutmaktan hiç çekinmez. Boğazına sarılır ve kelimeleriyle sarsar. Sokaklarında durmadan dolaşır. Nefret eder bu şehirden ve tüm kalbiyle sever. İticiliğin çekiciliğini bulmuştur bu şehirde. Burada yaşamış, yazmış ve doymuştur. Venedik için "hayal edilemeyecek güzellikte görkemli bir şehir" tabirini kullansa da ne Venedik ne de başka bir Avrupa şehri, yaşamayı isteyeceği türden yerler değildi. Hep Londra’ya dönmeyi, Londra’da olmayı istedi Dickens.
Karda, yağmurda, siste Londra’nın en yoksul sokaklarında dolaşmayı sevdi, gece yürüyüşlerini ve şehrin en ücralarını. Mutsuz çocukların şehriydi Londra. Oliver Twist, David Copperfield, Nell, Pip, Paul ve Jo’nun ruhu hâlâ bu sokaklarda... Mezar taşına şöyle yazdılar: "O, fakirlerin, acı çekenlerin, ezilenlerin duygudaşıydı. Ölümüyle İngiltere’nin en büyük yazarından biri dünyanın da kaybı oldu."
Westminster Abbey Kilisesi’ne Shakespeare ile Fielding’in arasına gömüldü Dickens. Belki de dünyadaki yeri de hep orasıydı.