Çöl'ün kalbine yolculuk
Orta Asya’nın iklimlerinin insana sızdığı yer burası, sanki asırlardır aynı yerde aynı zamanda duruyormuş gibi…
Eğer bu yolculuğa ben değil de bir Ortaçağ seyyahı çıkmış olsaydı, gördükleri karşısında hiçbir şaşkınlık yaşamadan, sükûnetle şunları anlatırdı: "Evliyaların ve âlimlerin şehri Buhara’dan bir sabah vakti yola çıktım. Yolumun ilk on fersahı, bağların, bahçelerin, meyvelerin ve salkım söğütlerin arasında geçti. Ağaçlar seyrekleşip, bağları ve bahçeleri arkamızda bırakmaya başladığımızda, kafilemizi bir suyun başında durdurduk ve boş kırbalarımızı ağırlaştırdık.
Buradan Harzem’e kadar, insana olmadık çetinlikler çıkaran kızıl kum çölü vardır. Çöllerin meşakkatini bilenler, yanlarına emin bir kılavuz almadan, bir de tedariklerini tamamlamadan kervanlarını yerlerinden kımıldatmazlar.
Ben kötü kılavuzları da, iyi kılavuzları da daha menzilin başında tanıyacak kadar çöl geçtim, sayısız mekkâreciyle yarenlik ettim.
Çoğu sevdalı adamlardır, şu koca çöllerde, bozkırlarda eğleşip durmasalar, yüreklerindeki har onları çoktan kavurmuş olurdu. Bana bunları söyleten, bizi şu koca Kızıl Kum Çölü’nden geçirecek rehberimiz Nizamettin’den başkası değil. Onun gözlerine bir kere bakmam yetti…"
Birazdan çöl başlayacak
Bu benim çöle doğru ilk yolculuğum. O büyük boşlukla bir kere bile yüzleşmediğim halde defalarca kalemime teşne ettim. Kimi zaman İbn Battuta’nın sırtından yaptım bunu, kimi zaman Yakubi’nin, kimi zaman da İbn Fadlan’ın. Oysa onların hepsi de, kentlerin ve yolların yazgısı tarafından terbiye edilmişlerdi. Gözlerini aralayıp ufka baktıklarında, tecrübe ve önseziyle yolun hallerini daha yola çıkmadan okumaya başlarlardı.
Vasıtamız, seyrekleşen yeşertinin ortasından çöle doğru giderken, çocuk gibi merakla, bir çölle bir insan arasındaki murakabenin sırlarını çözmeye çalışıyorum. Kum fırtınasının kimi yerlerini ince bir perde gibi örttüğü asfalt yol, ancak yalnızlığa kurban verilmiş ruhların hissedebileceği, başka türden bir seyr-i sülukun merhalelerinden geçiriyor beni.
İnsanlar, eşyalar, uğultular, çalgılar ve feryatlarla donatılmış vücudumun vitrini, dünyanın bu büyük boşluğunda hükmünü yitiriyor artık; yalnızlık aslına rücu ediyor…
Buhara’dan ayrılırken Hive, sadece bir kelimeden ibaretti. Kendilerine doğru yola çıkılan kentler, insandaki hayal evini donatmayı severler. Ona ait anlatılan ne varsa, hepsini yol boyunca kendi düşlerimizle kaynaştırıp bir resim çizmeye çalışırız.
Bizi düş kırıklığına uğratan kentler de vardır, düşümüzün sınırlarını aşanlar da. Kimisini alalade bulur, kurduğumuz hayali öldürdüğü için kızarız; kimisi hiç çıkmaz olur düşlerimizden. Eğer başka türden bir coğrafyada seyahat etsem, tıpkı daha önce gittiğim kentler gibi, Hive’yı da zihnimde çoğaltır, önceden gördüğüm kentlerden kestiğim parçaları yapıştırarak ona dair bir fotoğraf çıkarırdım kendime. Bu kez öyle olmadı. Hive, nasıl Buhara’da bir kelimeden ibaret idiyse, çöl boyunca yine bir kelimeden ibaret kaldı. İçinden geçtiğim boşluk, dünyanın hayret kabartacak bütün görüntülerini silip aldı hafızamdan.