Cevahir'in kalbi

Cevahir'in kalbi
Cevahir'in kalbi

Haklarında bir çok varsayımda bulunulan iki küs kardeşin fotoğrafından kelimelere dökülenler...

Birbirine kavuşmak üzere salıverilmiş iki deniz gibi sokağın iki ayrı ucundan yanıma doğru yürüdüler. Doğdukları günden bu yana dargınmışçasına, dargın yaşamak için doğmuşçasına kusursuz bir ahenkle... Gözleri birbirleriyle kesişmeden, adımları bir kez bile uyuşmadan... Tüm bunlara rağmen büyüleyici bir şekilde, bir kağıdın iki yüzüne mıknatısla tutturulmuş ataçlar gibi hizalarını katiyen bozmadan… Yürüdüler.

Yaşlarını bilen yoktu. Neden dargın olduklarını da.

Onları barıştırmak için kimler araya girmemişti ki bugüne kadar; milletvekilleri, belediye başkanları, hakimler, sıkıyönetim valileri… Hükümetler değişmiş, yöneticiler tayin olmuş, partiler kurulmuş, partiler yıkılmış, ama iki dargın kardeş inatlarından vazgeçmemişlerdi.

Cevahir abiyle kardeşi Muhtar’ın sır dolu suskunluğunun hikayesi, kurallarını yalnızca kendilerinin bildiği bitmek bilmez bir satranç maçını andırıyordu.

Züccaciyeci Burhan’a bakarsan bu, olsa olsa kırık bir aşk hikayesiydi. İki kardeş aynı kadına aşık olmuşlar fakat dünyalar güzeli Leyla, başkasına yar olmuştu. Kadının adını nereden mi biliyordu?

İki kardeşi birbirine düşürecek kadar çetin bir güzelin adı, Leyla’dan başka ne olacaktı ya?

Manifaturacı Ayhan, kardeşlerin, Kore gazisi olduklarını, savaş sırasında yaptıkları vahim bir hata yüzünden bir bölük askerin şehit olduğunu, o gün bugündür utançtan birbirlerinin yüzüne bile bakamadıklarını söylüyordu.

Terzi Kamuran Abla, Cevahir abiyle Muhtar’ın kendini bildi bileli aynı yaşta olduğuna yeminler ediyor, yarı şaka yarı ciddi; “Yecüc’le Mecüc bunlar olmasın ayol!” diye gergin kahkahalar atıyordu.

Kaymakam Bey, babaları ölüm döşeğindeyken miras için kavga ettiklerini, esasen Allah dostlarından olan Celalettin Bey’in bu ikisinin derdinden öldüğünü, aldıkları ah yüzünden iki yakalarının bir araya gelmediğini... söyleyip bir süre durakladıktan sonra, “Celalettin Bey, evlatlarına değil kendisine ah etmiş mirim, bir babanın iki yakası, canından aziz bildiği oğulları değil de nedir?” diye ekliyordu.

Muhtar ve Cevahir, o gün meydana toplanan kasabalıların önünden tek kelime etmeden, kimseye selam vermeden geçtiler. Haklarında anlatılan bütün hikayeler, yanı başlarında onlarlaydı. İki kişi değil iki ordu yürüyor gibi yankılanıyordu caddenin taş kaldırımları. Mit ve gerçek, hayal ile hakikat her adımlarında biraz daha birbirine karışıyordu. Önlerinde geçit töreni yapan hikayeler karşısında kasabalının zihinlerinden tek bir soruyu geçiriyorlardı “Bu bayram barışacaklar mı acaba?”

Hünerimi göstermenin tam sırasıydı. Bu büyük hikayeye dahil olmak benim kaderimde vardı. Öyle hissediyordum. Oturdular. Her yıl olduğu gibi birbirlerine bakmadan biri ötekine hafifçe yan dönmüş halde, konuşmadan. Fotoğraflarını binbir soytarılık yaparak çektim. Onları konuşturmaya çalıştım ama nafile. Neyime güvenmiştim ki zaten?

Tam vazgeçmiştim ki birden Cevahir, kardeşine döndü. Yıllardır dilinde büyüttüğü, içinde şişirdiği, bugün için sakladığı o cümleyi söyledi:

“Bir fotoğrafa sığdık da birbirimizin kalplerine sığamadık Muhtar…”

Muhtar, bir an bile duraksamadı, hızla cevap verdi:

“Allah’ın bile sığdığı şu mümin kalbine öz kardeşini sığdıramadın Cevahir…”

Sanki defalarca prova edilmiş –belki de her sene tam burada- bir oyunu sahneliyor gibiydiler. İkisi de aynı anda ayağa kalktı. İnsanların şaşkın bakışları altında kucaklaştılar. Kimseyle konuşmadan aynı yöne doğru uzaklaştılar. Birbirine kavuşmuş iki denizdiler şimdi.