Cenneti bir kütüphane olarak düşleyen adam: Jorge Luis Borges
Jorge Luis Borges, 1899 yılınınBuenos Aires'inde, hâlihazırda iki dilinkonuşulmakta olduğu bir eve doğar.Özellikle onun gibi dünya tecrübesiniiçselleştirerek ilerleyen birisi için iki dil, iki dünyaanlamına gelmektedir; böylelikle zihni henüz birçocukken çift yönlü çalışmaya başlar. Babasınıneğitim merakı ve yaşadığı evin olumlu koşullarıda kişisel ve entelektüel gelişimine katkısağlamaktadır. İleriki yaşlarında babasının görmeyetisinin azalması üzerine Cenevre'ye taşınırlar.
- "Körlere karanlık yasaktır. Ben ışıldayan bir sisin ortasında yaşıyorum."
Bitkilerin yanlarındaki diğer bitkilere doğallıkla yönelip eğilmeleri gibi insanlar da bulundukları mekânlarla birlikte büyür, içinde yaşadıkları şehirlerin yazgılarından pay alırlar. Bu sebeple Cenevre şehrinin de Borges'in hayatında manevi bir karşılığı oluşur. Yetiştiği kültür, içine doğduğu kültürden ayrışır; Cenevre'nin çok kültürlü, kozmopolit yapısından ister istemez etkilenir, Fransızca, Latince ve Almanca dillerini bu şehirde öğrenir. Öğrendiği diller ileride bakışına sinecek, hayata bütünlüklü bir noktadan, "tepeden" bakma kabiliyetinin temellerini atacaktır. Farklı dil ve kültürlerle olan karşılaşması Borges'in kendine dönüşme ve "Borges" olma yolculuğunun bu anlamda kayda değer bir basamağıdır. Schopenhauer gibi yönünü keşfetmesine vesile olan yazarlarla yolunun kesişmesi da aynı döneme tekabül eder.
I. Dünya Savaşı'ndan sonra ailesiyle birlikte İspanya'ya taşınırlar. Orada artık düşünsel düzlemde bir bir duruş edinmiş, edebi çizgisi yavaş yavaş oluşmaya başlamıştır. Bir grubun üyesi olmayı dener, sonraları savunucusu olmaktan utanç duyacağı, modernizme karşı çıkan bir edebi akım olan ultraizme merak salar. Bağımsızlığa olan düşkünlüğü sebebiyle çok geçmeden bağlılıktan ve mensubiyetten sıkılarak yönünü tek başına çizmeye karar verir. O dönemde siyasal konulara yoğunlaşmış, hatta pasifizm, anarşizm gibi konularda düşüncelerini savunduğu bir kitap bile kaleme almıştır. Fakat İspanya'dan ayrılmadan önce bu kitapları yakmıştır; daha o zamandan başlamıştır utancı.
Borges de hepimiz gibi daimi bir dönüşüm hâlindedir ancak kendinde değişimini açıkça dile getirmekten gücenmeyecek bir alçakgönüllülüğü de barındırır. Eski savunduklarını eleştirip onlarla dalga geçebilen, bir önceki bağlılıklarından kolaylıkla bahsedebilen bir yapısı vardır. Kendini "öteki"ne kapatmaz. Hayata ve deneyime karşı bir açıklık olarak adlandırabiriliz bunu.
Asıl derdi hakikattir. Gerçeğin nüvesini sezdiği her görüşe yakınlık duyar.
Her şeyin tek bir noktada dönüp durduğunu bilir ve o birliğe yaklaşabilmek için tüm yeniliklerin peşinden gitme cesaretini gösterir. Şeylerdeki derinliğin farkına varır, onlara takılıp gider. Aynı durumu öykülerinde de belirgin olarak hissederiz: Borges'i okurken onun yüce bir varlığı işaret ettiğini sezer, varlık hakkında düşüncelere dalar ama yine de kavrayışımızın yetersizliğinin farkına varırız. Bu büyüleyicidir, sanıyorum yazarın büyülügerçekçiliğe ve fantastiğe olan tutkusu da bu sebepledir. Çünkü ulvi olanı anlatmak ve bir "öz" ile temas etmek ve ettirmek, ancak gündeliğin ötesinde olanla, dillendiremediklerimize kurgusal bir dünya kurmakla mümkündür. Bu noktada fantastik edebiyatın ve dolayısıyla düşsel ögelerin, kolaylıkla tanımlanamayan imgeleri yaratmaktaki etkisi bir hayli fazladır. İmgeler, kendilerini sezgi yoluyla kavratırlar okuyucularına. Borges bu anlamda son derece profesyonel bir imge yaratıcısıdır.
1955'te Tanrı'nın "aynı anda hem 800 bin kitabı hem de karanlığı veren ironisiyle" yüzleşir ve gözlerinin artık görmeyişini vakarla kabullenir. Kalıtsal olduğu için körlük fikrine psikolojik olarak seneler öncesinden hazırlanmıştır. "Ağır ağır inen bir yaz alacakaranlığıydı sanki... Üstelik hiçbir dokunaklı ya da acıklı yanı yoktu bu işin." diye tanımlar gözlerine aniden inen perdeyi. Borges'e farklı bir dünyanın kapısı açılmıştır, artık tamamıyla duyu ve sezgiden oluşan bir evrende yaşamaya başlar. Blake'in ifadesiyle, "Sonsuz geceye doğar."
Bir sene sonra, Buenos Aires Üniversitesi’nde on iki yıl boyunca sürdüreceği İngiliz ve Amerikan edebiyatı profesörlüğüne başlar. Körlüğünü Tanrı'dan bir ceza olarak görmemesi anlamlıdır çünkü bu sayede hayatına olduğu gibi devam edebilir. Yitimini ilerleyişine bir engel ya da kendine ayakbağı olarak görmez; hayatı devam etmektedir. Bu dönemde öğrencisi Maria Kodama ile tanışır. Edebiyat faaliyet ve üretimlerini aynı hızda sürdürür, şevkinde bir azalma olmaz. Evine gelen herkesten kendisi için yazmasını, okumasını ister, bu sırada en büyük yardımcısı Maria'dır.
Borges ile Maria arasında duygusal bir bağ oluşur, birlikte pek çok yere seyahat ederler. Borges hiç görmediği bir kadını, Maria ise kör bir adamı sevmiştir. Borges "katlanabildiğim tek kadın" olarak tanımlar Maria'yı. "Ulrike" adlı öyküsünde bir karakteri tanımladığı üzere, o da:
Onun sadece görüntüsüne, hayaline sahip olabilmiştir.
İlk kez Maria ile evlenir. Borges, evlendikten bir yıl sonra ölmek üzere Cenevre'ye gittiğini söyler, belli ki yaşamının sonuna geldiğini hissetmiştir. Yolculuğunu tamamlamış, nice maceralardan geçmiştir; eve, kendine dönüşüdür artık bu onun.
"Bana göre ölüm umuttur. Yok olmanın akıl dışı kesinliğidir, silinmek ve unutulmaktır." diyen yazar, ölüme adeta hazır, son nefesini veriyor olmanın bilinci ve memnuniyeti ile gider.