Bursa'da zamanın ritmi
Bursa denilince aklıma hemenBursa Ulu Camii’n gelmesiboşuna değil. Çünküne zaman Bursa’ya gittim, ozaman soluğu Ulu Camii’ngölgesinde aldım. Orada dinlendim,bekledim ve düşündüm.Ulu Camii’ye yakın birotelde kaldım mesela. Veyacaminin yakınındaki kitapçılarıdolaştım. Ulu Camii’yi merkeze alarak, Emir Han’ı buldum, İsmailHakkı Bursevi’nin türbesini aradım, yanlışlıkla da olsa, KapalıÇarşı ve Koza Han’a uğradım. Caminin minaresini göreceğimşekilde bir çay bahçesine oturdum, orada bir yandan minareninsağından solundan süzülür gibi hareket eden bulutları izlerken,diğer yandan Yahya Kemal’in Kendi Gök Kubbemiz’ini okudum.Aşk acısı çekiyordum o sıralar. Buna belki var oluş sancısı dadenilebilir. Bu yüzden Bursa Ulu Camii, benim için şehrin, şiirinve aşkın ortak adıdır.
Ankara’ya her gidişimde yolumu yitiririm, benzer şekilde Bursa’ya her gidişimde de yolumu kaybedeceğimi sanırım fakat yolumu hiçbir zaman kaybetmem. Çünkü orada Bursa Ulu Camii vardır. O, merkezdir, o çekimdir. Yolunu kaybetsen bile kolayca bulmana yardımcı olacak bir kılavuzdur o.
Ankara’da maalesef hâlen böyle bir merkezim yok. Şehirleri sanırım zihnimizde biraz da bu şekilde kodluyor ve konumlandırıyoruz. Hele benim gibi yön duygusu çok güçlü olmayan kişiler… Kendilerine hemen bir merkez tayin edip o merkez etrafında diğer mekânları konumlandırıyor. Bursa için Ulu Camii öyle bir merkez; Konya için Alaettin Tepesi veya Konevi Türbesi, İstanbul için Sultan Ahmet, daha çok da Ayasofya Camii, Kahramanmaraş içinse Ulu Camii ve Kapalı Çarşı. Örnekler çoğaltılabilir. Yine de şu şaşkınlığımı belirtmeden de edemeyeceğim, Bursa Ulu Camii ve çevresine vardığımda, yani her seferinde, yolumu kaybedecek ve kaybolacağım korkusuna kapılırım. Âdeta orada akan bir ırmak vardır ve ben de o ırmağa düşecek bir kuru çınar yaprağıyımdır.
Bunda Bursa’nın göç alması, hızla artan nüfuzu, seri hâlde yükselen binaları, apartmanları, sonra her dönem farklı dizayn edilen sokak ve caddelerinin de etkisi büyüktür. Mesela 2004’te gittiğimde Bursa, tam yaşanılacak bir şehir diye düşünmüştüm. Türbeler, camiler, adımlamaya müsait yokuşlar, yollar, sükunet, bazı sokaklardaki sessizlik, okumaya, yazmaya ve düşünmeye çok uygundu. Bu yüzden 2004’te Ulu Camii’den Muradiye’deki Cem Sultan Türbesi’ne kadar yürüdüğümü hatırlıyorum. Yollar inişli çıkışlı olmasına rağmen İstanbul’da olduğu gibi Bursa’da da yürümek zevkliydi. Bir yandan düşüncelere salar insanı Bursa sokakları, diğer yandan duygulanmaya. Çünkü yaşanmış ve sonlanmış bir devrin izleriyle doludur. O yapılar sizinle konuşur, size bir şeyler göstermek ister gibidirler. Orada saatlerce yürüdüğüm hâlde aynen İstanbul’da olduğu gibi yorgunluk hissetmemiş, aksine büyük keyif almıştım. 2008’de Bursa’ya gittiğimde ise, artık bu yürüyüş keyfini alacağınız alanların, cadde ve sokakların azaldığını fark ettim. Yine camiler, türbeler vardı, çay bahçeleri vardı ama sanki Bursa eski ritmini kaybetmişti. 2004’te meftunu olduğum ritim, belki de Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Bursa’da Zaman” şiirindeki ritimden izler taşıyordu. 2008’deyse, bu tınıları duyamadım, kendimi tekrar bırakmak istediğim ritmi bulamadım.
Şehri eleştirmek için söylemiyorum bunları. Nostalji yapmak gibi bir kaygım da yok. Yaşadığımı, duyduğumu belirtmek istiyorum. Şehir her yıl farklı bir ritme, tınıya ulaşıyor olabilir. Ben o ritmi yakalayamamış da olabilirim. Fakat her seferinde -bunu mutlaka belirtmeliyim- Ulu Camii minaresinin dibinden gökyüzüne baktığımda içime dolan haşyet aynıydı. Bir mecnun gibi o minarelerin çevresinde dönüp durmam da bu yüzden. Her ne kadar minarenin çevresindeki kalabalıktan, camiinin güzelliği dışında hiçbir yönüne dikkat edemeyen, sürekli selfi çekilen kalabalığından rahatsız olsam da sanki tekrar sevdiğinin yüzüne bakmak ister gibi, minareyle gökyüzünün uyumuna biraz utanarak, biraz çekinerek tekrar tekrar bakmaktan da kendimi alamam. Kalabalıktan rahatsız olmamın sebebi de budur: Benim gördüğümü onlar da görecek sanıp, kıskanıyordum belki de. Belki de utancımı kimsenin fark etmemesini istiyordum.
Biraz da başım dönüyordu bu görkemin karşısında. Oturup dinlenmem gerekiyordu ama kalabalıktan oturacak, nefeslenecek bir yer bulamıyordum.
Uzattığımın farkındayım. Gelelim Emir Han’a… Emir Han benim için merhum Ziya Faruk Aksakal ve merhum Cahit Çollak’tır. Zaten onları görmeye gitmiştim hana. Ziya Faruk Aksakal’ı şair ve ressam Bünyamin K. dolayısıyla tanıyordum. Cahit Çollak’ı ise, Dergâh yayınları camiasından… İkisi de sanat aşığı, sanatçı dostuydu. Ziya Faruk Aksakal’ın ilerlemiş yaşına rağmen hâlen küçük odasındaki masada, eğilmiş kitap okuyuşunu unutamam. Tabii bir de yanıma gelip, sol elini sağ dizime koyduktan sonra, gözlerimin içine bakarak “Eğri oturup doğru konuşacaksın, şimdi sana bir şiir dinleteceğim, fikrini söyle,” deyişini de unutamam. Kendi şiirini kasete okumuştu. Onu dinletmişti bana. Cahit Çollak’ın ise, sanki kırk yıllık tanış gibi benimle oturup uzun uzun sohbet edişini, sohbetten sonra benim otobüs biletim için, sağı solu arayışını ve bana bir firmadan yer ayırtışını, yanından ayrılırken, “Bir kitap seç, hediye edeceğim,” deyip, kitaplığını gösterişini unutamam. Bursa denilince işte bu yüzden önce Ulu Camii, sonra da Emir Han aklıma gelir. Şimdi iki dost canlısı insan da orada değiller, Allah bilir yerlerinde kimler vardır.
- Maraş’ta bizim “İskender” diye yediğimiz yaprak dönerin, Bursa’da Bursa Kebabı olduğunu öğrendiğimde de şaşırmıştım. Meğerse “İskender”, Bursa Kebabı’nı çok iyi yapan ustanın adıymış. “Sana Bursa Kebabı yedireceğim,” diyen arkadaşa, “Buna İskender denir, bilmiyorsan öğren,” diye bu yüzden cevap ver-miştim. O arkadaşı, ertesi gün, Bursa Camii’n çevresinde sabahtan akşama kadar beklemiştim. Benim için Bursa hikâyesi böyle başlamıştı.