Bükreş'te bir gün
İçimizde havasız kalmış odaların pencerelerini açmazsak yolculuk neye yarardı ki? Öyleyse neden seyahat planımızı Bükreş'e ayarlayıp gönlümüzün kapılarını aralamıyoruz?
Bükreş’e doğru yola çıktığımda, zihnimin bir köşesinde sıkışmış Rumen Şair Mihail Eminescu’dan birkaç dize çekip çıkarmaya çalışırken, dilime hep hüzünlü kâğıtlara sarılmış şu iki ismi bırakıp kaçıyordu hafızam: Yahya Kemal ve Hamdullah Suphi Tanrıöver.
Yahya Kemal’in Madrid’deki elçilik görevinden ayrılmak zorunda bırakılması, Bükreş’e, Büyükelçi olan arkadaşının yanına,Ankara’yla arasındaki sorunu çözebileceği umuduyla tedirgin; oradan İstanbul’a ise hüzünlü yolculuğu vurup duruyordu belleğimin oltasına. Oysa ben daha gidiş yolundaydım ve Eminescu’dan yardım bekliyordum.
Uçak havalarda süzülmeye başladıktan sonra nihayet imdadıma yetişti: “Gök yıldızların rüyasını görür/ Yer ise aşkın.” Mademki artık gökyüzündeydim, yerde olmanın ağırlığını, kaybolmuşluk hissini unutup “uçuş modu”na olmasa da “kozmik moda” geçmeli, gündelik hayatın bana dayattığı hesaplı ve şiirsiz dile yeniden tepeden bakmalıydım.
İki büyük şairle yürümek
Bükreş’teki otelimiz büyük bir tesadüf eseri Yunus Emre Kültür Merkezi’ne sırtını dayamış, Mihail Eminescu Caddesi’nin yanı başındaydı. İki büyük şairin koluna girmiş bir gezginin ne sırtı yere gelir ne de yorgunluk onu esir alabilir diyerek yollara düştük biz de.
Tuna Nehri’nin doğudaki son duraklarından olan Bükreş, Romanya ovasında kurulmuş sakin bir şehir. Başkent, ilk ziyaretçilerini pek çok yönüyle şaşırtıyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun yaklaşık beş yüz yıl beyliğini yapmış bir ülkede (Eflak Beyliği) insan sormadan edemiyor: Osmanlı İmparatorluğu gerçekten yerleşti mi buralara?
Şehirde İmparatorluğun izlerini aramak için dolaşanlar boş yere yorulmuş olacaklar. Çünkü birkaç han ve bir Osmanlı şehitliğinden başka bir iz göremeyecekler. Bu sorunun cevabını coğrafyada değil tarihte aramak daha doğru olur belki. Bunun için Bükreş’in “sıfır noktası” diye bilinen yere yakın Çavuşesku’nun yaptırdığı ama içinde kalmaya ömrünün vefa etmediği Başkanlık Sarayı’ndan başlayalım yolculuğumuza.
Bükreş’te Osmanlı izleri
“Sıfır noktası”, Karpatların ve Karadeniz’in çok yakınımızda olduğunu bildiren bir nokta. Sırf bunun için bile sevilmeli bence. Başkanlık Sarayı ise hakkında rehberler ve broşürlerin önünüze koyduğu rakam ve malumatlara (yapımında 700 mimarın çalıştığı, dünyanın ikinci büyük yönetim binası, 1.100odalı, 4.500 avizeli vs…) hayret edip geçilemeyecek bir bakışı hak ediyor.
Burası bir Rumen’in zihninde Çavuşesku’nun demir yumruğu altında ezilen bir halkın kalp ağrısını, Rusya, ABD ve Macaristan’ın kuklası haline getirilip boş yere kanı akıtılan kalabalıkların aldatılmışlık hissini de çağrıştırıyor mutlaka. Bu binanın önünde neden biraz uzun kaldık, neden bu kadar malumat verdik derseniz, kentte daha hâlâ Çavuşesku’nun gölgesini taşıyan binaların kasveti ve arka sokaklarının yoksulluğunun başat durumda olduğunu söylemekle yetinelim.
Osmanlı’ya dair izlerin bu rejim tarafından tamamen silindiğini de hatırlatalım. Sadece Osmanlı da değil. Şehirde Avusturya, Rusya ya da eski Roma’dan çok az eser kalmış. Komünizmin yıkılışını temsil eden devrim meydanında bir anıt, orada ölen yüzlerce insanın anısına dikilmiş. Yine de insanın kulağında gizemli bir telefon sesi çınlayıp duruyor buradan ayrılırken. Kanlı çatışmaları bıçakla kesilmiş gibi bitiren, nerden geldiği belli olmayan o gizemli telefonun sesi…
“Sıfır noktası”, Karpatların ve Karadeniz’in çok yakınımızda olduğunu bildiren bir nokta. Sırf bunun için bile sevilmeli bence.
Yormayan bir şehir
Uçsuz bucaksız ovaların ortasında kurulmuş başkent, yine tepelere alışmış İstanbullu için zor bir şehir. Çünkü bir tepeye çıkıp geldiğiniz yolun kaç arpa boyu olduğunu ölçecek, soluk tazelemek ihtiyacını karşılayacak tek bir tepecik bile yok burada. Bu düzlük ve Çavuşesku’nun yeniden imar projesinin zorbalığı şehrin olanca özgünlüğünü de alıp götürmüş sanki. Ama fiziksel olarak yormayan bir şehir, bir günde önemli noktaları görebilirsiniz.
Bu ovada gezilmesi gereken yerler usluca yan yana dizilmiş, meraklı gözleri bekliyorlar adeta. Paris stili geniş caddelere ‘bırakılmış’ anıt binalar bütün iddialarına ve heybetine rağmen, yerlerinden ettikleri tarihsel mirasın üzerinde oturuyor olmanın tehditkâr havasını da yayıyor. Çoğu anıt bina müze, sanat merkezi ya da kamu binası olarak kullanılıyor. Yine de eski kilise ve manastırları, coşkun yeşilliğiyle insanı hayran bırakan geniş parkları, gölleri ve gökdelenler kadar ürkütücü olmayan ışıklı zarif caddeleriyle güzel bir şehir Bükreş. Osmanlı izlerini bulmak için ise Karadeniz’e doğru yaklaşık 150 kilometre açılmanız, Mecidiye ve Köstence’ye doğru yol almanız gerekecek.
“Geceler bakır çanlara dokunur”
Bükreş’te aç kalırız korkusuyla sırt çantanıza Türkiye’den bir şeyler almanıza da gerek yok. Rumen dilinde bile olsa menülerdeki çorba, pilav, güveç, sarma gibi yemekleri fark edebiliyorsunuz. Ancak yemeklerin ismi ve görüntüsü benzer olsa da aynı tadı yakayalabilmeniz biraz zor.
Fiyatlar da İstanbul’dan pek farklı değil. Yine tatmin olmazsanız pek çok Türk dönerci, dürümcü vb bulabilmeniz mümkün. II. Dünya Savaşı’nın bombaları ve Çavuşesku’nun demir yumruğundan şans eseri kurtulan ve hâlâ bu tedirginliği üzerinden atamamış “Eski Şehir” gerçekten görülmeye değer.
Eskiden şehrin ve ülkenin en önemli ticaret merkezlerinden biri olan bu alan, hediyelik eşya, antikacı, tarihi eser ve oldukça güzel bir kitabevinin yanında birkaç han ve kervansarayıyla sizleri bekliyor. Günümüzde restoran ve otel olarak kullanılan ve işletmecisi de Türk olan Manuk Han, belki de tek ahşap han olma özelliği ve muazzam ahşap işçiliğiyle oldukça etkileyici. Daha mütevazı birkaç hanın içinden geçerken nargile kokuları da size eşlik ediyor. Artık hava kararıyor.
Eminescu’nun dediği gibi “Geceler bakır çanlara dokunur” şimdi. Ölçülü, sakin ve yardımsever–bütün yardımseverler gibi yol tarifi konusunda beceriksiz-Rumen halkını, düzenbaz taksicileri, kasvetli binaları geride bırakarak yeniden iki büyük şairin kolunda otele dönüyoruz. Bir gün sonrası için önümüzde iki yol uzanıyor: Karpat Dağları’na yaslanmış büyüleyici Braşov şehri ve insana evine gelmiş hissi veren Köstence...