Bir Vahşi’nin aniden yön değiştiren savunması*
Belge fotoğrafçılığın önemli isimlerinden biri olan ve 33 mm'lik filmi kullanan ilk fotoğrafçı Henn Cartier-Bresson'ın resminin dile getirdikleri...
Af talep ediyorum, ne olduysa Akdeniz’le karşılaştıktan sonra oldu. Uçsuz bucaksız uzanan o parıltılı ve sakin suyun cazibesine kapılmayabilirdim. Direnebilirdim. Eserlerim yüce akademinizin gösterişli duvarlarında salınırken ben de halimden memnun, etrafımı saran işveli kadınlara ahkâm keserdim. Eserlerimin sahtekarca birbirini tekrar etmeleri umurumda bile olmazdı. Terbiye edilmiş bir dâhi olarak kararında serseriliklerle mazur görülen aşırılıklarımın ardından nihayet ölüm döşeğinde kendi kendimi “yokluk senden hep uzak oldu, mutlulukla kırışmış, günahla semirmiş şu bedeni uysallıkla terket şimdi ruhum” diyerek teselli ederdim.
Renklerin saf ve kışkırtıcı haliyle tanışmayan, yeryüzünün ruhuyla bir kere bile kucaklaşmayan evcil bir ruh, neyi kaybettiğini bilmiyorsa mutlu sayılır mı?
Size göre öyle. Peki.
Huzurlarınızda tövbe ediyorum, kahrolasıca Akdeniz’i görmeseydim; kıyılarından içeriye doğru gittikçe büyüyen, derinleşen, parlaklığı artan o coşkulu, büyüleyici renk cümbüşüne maruz kalmasaydım sizin sevginizi hak edebilirdim farkındayım.
Efendiler bir saldırıya uğradım. İğfal edildim. Turuncunun, sarının, yeşilin, dingin mavinin ve arsız kırmızının büyüsüne kapıldım. Toprak ilk defa o gün asıl rengini gösterdi bana. Ve gökyüzü ve arasındakiler…
Bir “vahşi”ye gösterdikleri yüzlerini -evet renklerin yüzleri vardır görmeseydim, şimdi burada olmazdım. Beni hapsetmekte haklısınız. Buna dostum Bresson’u alet etmeseydiniz elbette daha az kırgın olurdum. Bu fotoğrafın içinden, bu sonsuz, renksiz şimdi’den; zebanilerden, bu kozmik yorgunluktan affımı talep ediyorum.
Donmuş zamandan, sonsuza kadar yaptıklarımın silinip durmasından beyaz güvercinlerden azat edilmek istiyorum. Lütfen. Beraat istiyorum, zira dayanmakta zorlanıyorum, ardımdaki şu kilim, asıl rengini fısıldıyor hiç durmadan kulaklarıma duymuyorsunuz, kafesler renkten renge giriyor görmüyorsunuz, elimde tuttuğum güvercinler, sıktıkça asıl renklerini kusuyorlar üstüme; yavrularını besleyen anneler gibi farkında değilsiniz.
Renkler içimde dans ediyor, gözlerimin önünde, yüreğimde…
Beni değil kendinizi hapsettiniz, sizden sizlerin iyiliği için, sizi kurtarmak için özgürlüğümü istiyorum. Ya da… Ya da az sonra ışıltısına engel olduğunuzu sandığınız güneşle buluşacağım. Kanatlarımı yakmak pahasına ileriye doğru uzanacağım. İleriye, şu sehpanın üzerine dokunacağım. Doğrulacağım ve zaman da benimle doğrulacak, sonsuz cezanız, otoriteniz, klişeleriniz darmadağın olacak, saf renklerden yonttuğum kalemim ve güvercinler kanat çırpacak, kafeslerinizin kapıları birbirine çarpacak, siyah beyaz dünyanız üzerinize kapanacak, kilimler havalanacak, bir daha eskisi gibi olamayacaksınız. Hazırlansanız iyi olur, pervasızca geliyorum.
Benim için inşa ettiğiniz cehennemden yeni renkler devşirerek…
*1905 yılında Paris’teki bir serginin ardından eleştirmen Louis Vauxcelles, Henri Matisse ve arkadaşlarını, “pervasız renk seçimleri nedeniyle Fauves(Vahşiler)” olarak niteledi. Matisse ve arkadaşları bu tanımı kabul ederek kendilerine “Fovist” demeye başladılar.