Bir şehri kaybetmek hakkında bazı eksik vaazlar
Bir şehri kaybetmek; ait olduğun, sahip olduğun, ateş olduğun, kül olduğun ve şimdi tam ortasında yok olduğun bir şehri kaybetmek. Son bakışın. Kalbini sıkıştıran, göğüs kafesini daraltan, nefesini kesen, ruhunu titreten o son bakışını üzerinde gezdirdiğin şehir, artık sana doğru bile bakmıyor. Gözlerin kan kaybediyor, silik siluetlere dönüşen şehir ağır ağır senden uzaklaşıyor. Bir şehri kaybetmek, çok iyi tanıdığın bir şarkıyı kaybetmek gibi, o şarkıyı duyan kulaklarında eski hatıralar misali çınlayan uzak ses… Şehir eski bir mezarlık, içine kalbini gömerek terk ettiğin o eski mezarlık. Kılıçların gölgesinde ilk adımını attığın, kaderin cilvesi olacak ki kılıç zoruyla ayrıldığın, sarayının bahçelerinde güllerin solduğu, artık bütün şarkıların sustuğu, duvarlarında kan çağlayan, kara sisler altındaki kadim şehir. Gırnata demişlerdi onun adına, göçmen narların yalnız ülkesi. Vizigot ordusu bozguna uğratıldığında küçücük bir köydü burası. Ardından en az birkaç yüzyıl geçti. Nihayetinde Elhamra’nın görkemiyle taçlandı, Gırnata oldu. Nar kokulu, kan kızılı.
Ey mağlup sultan ve Gırnata. Ne sen onun sahibi, şehremini, hâkimi ve hadimisin ne de o senin asil mülkün, gül şehrin, başkentin ve son kalen artık. Her şeyin geride kaldığı, pişmanlıkların anlamsızlaştığı, gözyaşlarının kuruduğu ve kılıç şakırtılarının dindiği bir akşamüstü. Yaralı ihtişamıyla yeni sahiplerini bekliyor Gırnata. 2 Ocak 1492 yılına ait bir sonsuzluğun ta içinden en mühürlü zamanlar. Gırnata’yı hakkıyla savunamamış olmanın anlattıkları? Kuşatma altında geçen aylardan sonra Gırnata’nın anahtarlarını Kraliçe İsabella ve Kral Ferdinand'a, "Bunlar, cennetin anahtarları" diyerek kendi ellerinle teslim ederken duyduğun acının tarifi var mıdır? Bu acıyı sırtına alarak Mağrip topraklarına doğru yola revan olan sürgün bir sultan. Dünyanın en güzel şehrini terk etmek! Geride kalan yalnızca Gırnata mıdır?
Sürgüne yürüyen kafilenin gölgesi, çok uzaklardaki Gırnata’nın üzerine düşerken, muzaffer Kastilya borazanlarının sesi, sultanın zayıflamış kulaklarında patlıyordu. Son Sultan namıyla anılıp, Kral Boabdil olarak bilinen, Nasri Hanedanı tarafından yönetilen Endülüs’teki Gırnata Emirliği'nin yirmi ikinci ve son hükümdarı Ebu Abdullah (XI. Muhammed), bu dramatik sahneyi hayalinde canlandırmaya bile cüret etmemişti. Sultan, yüzünde yenilmişlere özgü o keder, ruhunda şehrini savaşmadan teslim etmenin derin üzüntüsü ve omzunda mağlup sürgünlerin aşağılanmış gururuyla, içinde durmadan batan güneşlere benzeyen o günbatımında şehre hâkim yüksek bir tepeye yaklaştıklarında kafilesine yavaşlayın emrini vermişti.
Her şeyin geride kaldığı, pişmanlıkların anlamsızlaştığı, gözyaşlarının kuruduğu ve kılıç şakırtılarının dindiği o akşamüstünde, dağ yolundan tepeye ulaşan kafiledeki haykırışlar, bağrışlar, çığlıklar yerini, üzerinde anlaşılmış derin sessizliklere bıraktı. Ölüm gibi durdu her şey. Ve İspanya'nın Son Müslüman Kralı, siyah kölesine emanet ettiği bembeyaz atından indi. Tepenin uç kısmına, kaybettiği şehri son kez görebilmek için yürüdü. Entarisi rüzgârdan savrulurken, parça parça olmuş haliyle, Gırnata’ya son kez uzun uzun baktı, iki eliyle kılıcının kabzasını sıktı ve çok derinden bir iç çekti. Ah’ı göğe karıştı.
- İspanyol ressam Francisco Pradilla, bu meşhur son bakış sahnesini tasvir ettiği eserine "El Suspiro Del Moro / Mağriplinin Son İç Çekişi" adını vermişti. Bugün Granada ile Sierra Nevada otoyolunun kenarında taştan bir anıt ve tabelayla işaretlenmiş olan bu yer, halk arasında "Arap’ın ah ettiği yer / Mağriplinin ağladığı tepe" olarak biliniyor. Rivayete göre Gırnata’ya son kez bakarken gözünden yaşlar süzülen Sultan’a, annesi (Ayşe Sultan) tarafından şu acımasız teselli sözleri söylenmiştir; "Ağla oğlum ağla! Erkekler gibi savaşsaydın şimdi kadınlar gibi ağlamazdın."