Bir evden kovulmak: Knut Hamsun ve Oslo'unun çığlıkları
İskandinavya’nın en eski başkenti Oslo. Canlılığı, zenginliği vetarihsel önemiyle unvanı belli, evet burası bir liman şehri. 1049’dakurulmuş ve hâlâ hayatta. Kral Harald’tan beri aynı zamanda birgöçmen şehri, göç yollarının nihai noktası. Güneşi kısık ve havasıpuslu. 1624 yılında Danimarka Kralı IV. Christian’ın adını alınca, şehiruzun yıllar "Christiania" olarak anılmış. 1925 yılından beri, eski kuzeytanrısı, yani "Oslo". Müreffeh ve kasvetli. Daha flu bakıldığındamodern ve ışıltılı belki de...
Oslo, kimliğini sırtında taşımaktan gayet memnun bir modern mekân.Vikinglerin şehre ilk ayak bastıları yerde, şimdilerde bir opera binasının bulunması gibi şeyler. Tarih ve bugün.40 küçük ada üzerine kurulmuş yeşil bir kraliçe. Huzurlu bir kraliçe bu. Huzur, içine antidepresanlar karıştırılmış bir yeraltı nehri gibi kendi içine doğru akıyor. Görünür sakinliğini korumakta mahir bir şehir Oslo. Mekânı saran düzen duygusu ve sessizlik, sokakların steril ruhuna temas ediyor. İnsan başka bir hikâye.
Oslo dediğimizde, Norveç fiyordları kadar meşhur bir yazarın, yani Knut Hamsun’un evinden de bahsediyoruz aslında.
Hamsun "Açlık" romanında "garip şehir" olarak betimliyor Christiania’yı.
Aslında onun kısa aralıklar dışında Oslo’da uzun ve yerleşik bir hayat sürdüğünü söyleyemeyiz. Amerika maceraları dışında, Oslo’nun çok uzağındaki Grimstad şehrinde bir çiftlik evinde yaşar uzun yıllar boyunca. Hamsun her şeye rağmen Germen değil, has bir Norveçliydi. Ama Oslo, Hamsun’u hiçbir zaman affetmedi. Uzaktaki düşman (Hitler) için, yakındaki evini (Oslo) satmış bir yazardı o.
Hainliği boynunda bir madalya gibi olmasa da sırtında bir ceket gibi taşıdı yıllar boyunca. Pişman değildi, hiç olmadı. Almanların "Versay" adlı o derin kalp kırıklığına ortak olmuştu yalnızca. Bu böyleydi onun için. Adolf Hitler’in öldüğü gün, sessizce alkış tutup nedamet getirseydi eve (Oslo) geri dönebilirdi belki. Ama aşkını kutsal bir taziye yazısıyla tahkim etmeyi seçti. Christiania’yı unutamadı yine de. Ona hep uzaktan baktı. Heykelinin dikileceği bir meydanın tam ortasında yakılmak istenen bir yazardı Hamsun. Kalemini tabiatın dehşetli güzelliğine armağan etse de Reich komiseri olmayı, Norveç’in ruhu olmaya tercih etmiş bir yazar.
Sabahattin Ali, Varlık dergisinde (1934) henüz aşk ve nefret bacayı sarmamışken Hamsun için şunları yazmıştı; "Yaşadığı memleket dünya patırtılarından uzak, yalnız azametli tabiatla didinen insanların memleketidir. Hamsun memleketinin en büyük bir evladı olmak sıfatıyla orayı temsil eder. Gürültüsüz, patırtısız ve tabiat kadar büyüktür. Kitaplarını okurken orada geniş, hudutsuz ve derin bir insan ruhundan başka bir şeyler aramamalıdır."
1917 sonbaharında kuzey ormanlarını, yemyeşil otlar ve serin ırmaklarla sarıp sarmalayan "tabiata övgü" romanı "Pan" yayımlandığında Norveç Çiftçiler Birliği’nden teşekkür telgrafları alır Hamsun. Evinin ruhuna dokunmayı iyi biliyordu belli ki. "Açlık" romanındaki seslenişi ise şöyle:
"Yumruğu yemedikçe kimsenin bırakıp gitmediği o garip şehir, Kristiania’da aç gezdiğim günlerdeydi. Tavan arasında uyanık yatıyordum. Alt katta bir saatin altıyı vurduğunu duydum. Hafif aydınlanmıştı ortalık; insanlar, merdivenlerde inip çıkmaya başlamışlardı."
Oslo’nun çığlıkları
Norveçli ressam Edvard Munch’un "Çığlık" adlı tablosu; Leonardo da Vinci’nin "Mona Lisa"sının ardından sanat tarihinin en ünlü ikinci eseri olarak kabul ediliyor. Munch’un yaşadığı ağır travmalar, onun ressamlığını belirleyen bir tecrübeye dönüşmüş yıllar içinde. Trajik hayat hikâyesinin -uykusuzluğunu besleyen bir huzursuzluk beşiği gibi- tuvaline hiç rahat vermediği savını, tablolarından teyit etmek mümkün.
Şöhreti, ressamını aşan "Çığlık" aslında huzur kraliçesi Oslo’nun da hikâyesini temsil ediyor.
Kuzey Oslo’daki bir banliyöde yapılan yürüyüşün hatırası olarak kayıtlara geçen "Çığlık" için ressamın günlüğüne düştüğü ilham notu şöyle:
"İki arkadaşımla yolda yürüyordum; güneş battı, bir melankoli dalgasına kapıldım. Birden gökyüzü kıpkızıl bir renk aldı. Durup parmaklıklara yaslandım. Alev alev gökyüzü, mavi fiyordun ve şehrin üstünde kan ve kılıç gibi sarkıyordu. Arkadaşlarım yola devam etti; ben ise büyük bir endişeyle öylece duruyor ve doğada sonsuz bir çığlığı hissediyordum sanki."
Edvard Munch, günbatımı manzarasının eşlik ettiği bir köprüde, ağzı açık, ellerini şakaklarına bastırmış bir figürü, yüzündeki dehşet ifadesiyle birlikte gösterir/anlatır bize. Kan-kızıl bir gökyüzünün altında iskelete benzeyen bir ikonun varoluşu, mekândan izole edilmiş tek başına bir eylem gibidir. Ekeberg tepesinden Oslo'nun genel görünümünü yansıtan mekân, köprüdeki diğer iki insan, fiyorttaki tekne ve atmosferi baskılayan sedef bulutlarıyla bir yardım çağrısının görmezden gelinişini de resmeder.
Burdaki çığlık (çağrı) katarsise pek benzemez. Cenine benzetilen duruşuyla çığlık atmayan ama bizatihi çığlığın kendisi olan figür, aslında korkunç bir gürültüden korunmak için kulaklarını, hatta bütün ruhunu kapatmaya çalışıyordur. İçerden hissedilen bir dış etken olarak, doğanın çığlığıdır aynı zamanda bu. Munch’un 13 yaşındayken kaybettiği ablası Sophie’nin tedavi gördüğü akıl hastanesinin tablonun arka fonundaki koyda yer aldığı, buradan gelen korkunç çığlıkların-iniltilerin dehşetiyle kendi portresi olan ikonun kulaklarını bu dehşet yüzünden kapattığı şeklindeki yorumlar da çığlığın sınırlarını Munch’un kalbine doğru genişletir.
Doğa’nın çığlığını mı hissetti, kız kardeşinin ıstırabını mı duydu, varoluşun dehşetini mi gördü, yoksa trajik hayatını mı düşündü?
Munch, modern insanın içindeki bir türlü dolmak bilmeyen o boşluk hissine karşı -duyulması ümidiyle- korku ve kaygıdan oluşan derin ve dehşetli bir çığlık bıraktı tuvaline. Sessizlik ve huzur kraliçesinin topraklarından, en ağır metal müzik gruplarının çığlıklarının yükselmesinin bir anlamı olmalı. Çığlık, açlık, bulutsuzluk özlemi, beyaz zenciler, eksik güneş, Behçet Necatigil, mutluluk endeksleri ve anti-depresanlar…