Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm: Çankırı

Çankırı
Çankırı

Bazı şehirlerin hiçbir şeyi meşhur değildir. Hatta hiçbir şeyiyle meşhur olmamasıyla meşhurdur; ama bu kıymetsiz olduğu anlamına gelmez. Çankırı deyince hepimizin aklına tuz gelir. Bu biraz modern bir harekettir aslında. Çankırı’nın önemine dair bir katma değer üretme çabası; ama Çankırı’nın kıymetinden bahsedecek tuz, öncelikle bir göz yaşının veya alın terinin bir konusu olabilir.

Çankırı, Türkiye’nin ilklerinden. Bu ilk olma hâli ta Malazgirt zamanına kadar gider. Malazgirt zaferinden sonra, 1082 yılında henüz Orta Asya steplerinden, modern tarihin söylediği üzere verimli otlaklar aramak için gelen Türkmenlerin burayı fethetmesiyle, -modern tarihi biraz unutsak kimse incinmez- Yesevi’den Yunus’a hikmet tarihine baktığımızda ise bir gönlü incitmeden, gönlü incitenleri ise inciten, peygamberleri seven o temiz ve yağız Türkmenlerin verimli insanlıklarını yaymak için geldikleri o yer Çankırı…

Emir Karatekin’in Bizans’tan kurtardığı ve kısa süre içerisinde tarlalarda yetişen o buğdayların bir sabah, gün aydınlanırken ezan sesiyle irkilip, daha da gövdeleştiği o yer Çankırı. Arpaların, bismillah diyen insanlar tarafından sulandığı, sarı çiçeklere soru soran adamların, bilekleriyle aldıkları o yer Çankırı.

Uzun süre Kastamonu yahut Ankara ile anılmıştır. Bunun temel sebeplerinden bir tanesi, bu iki büyük il arasında özellikle savaş dönemlerinde güvenli bir geçiş alanı olmasıdır. Müstakil varlığı değil, kolaylaştırıcı vatanperver varlığıyla unutturmuştur kendisini. Hepimiz sabah evden çıkarken suyunu içer; cüzdanı, telefonu ve anahtarı alarak evimizden çıkarız. Kimse, oksijeni hatırlamaz; çünkü o her zaman vardır ve hepimizin yaşamasına yardım eden bir varlıktır. Tıpkı Çankırı da buna benzer. Yalnız tuz madenleriyle hatırlamak ise haksızlıktır.

Çankırı’nın ilk tuzu, Emir Karatekin’in burayı almak için çarpışan askerlerinin ardından ağlayan kadınların gözyaşlarındaki tuzdur. Yahut milli mücadele dönemine baktığımızda, en çok şehit veren iller; Kastamonu ve Çankırı’dır. Meşhurdur, bazı köylerden askerler Kurtuluş Savaşı’na gitmek için yola çıkarken kalabalık bir grup olarak, yöresel oyunlarıyla oynayarak, âdeta bir düğüne gider gibi gitmişlerdir. O askerlerden yalnızca bir kişi geriye dönmüştür. Bazıları düğün sahibiyle tanışarak ölümsüzlüğü tatmışlardır.

Çankırı, Bizans döneminden kalma yer altı tünelleriyle, çok bilinmese de peri bacalarıyla, eski adıyla Koçhisar Dağı’yla (Ilgaz Dağı) meşhur olsa da onu meşhur yapan şey, sessiz ve derin var oluşudur. Türkiye dışında bir şey düşünemez. Süleyman Çobanoğlu dizesinin tam zamanıdır belki de “Kartalları korkutan o mübarek küçük kuş”tur o.

Babannem Türk bayrağını görünce “şuna bah hele alaf alaf, görüyom ya ağlayasım geliyo” derdi. Bir sürü kitap okumuş olan ben, modern milliyetçiliğin sosundan sıyrılıp, Emir Karatekin’nin o yalın ve Türk milliyetçiliğini babaannemin o sözünde bulmuşumdur. Çankırı, Türkmenliğini Türklük içinde eritmiş; memleketteki her şeyden kendisini sorumlu gören, dolabında keş peyniri, tasında toyga çorbası, arazisinde o sessiz ve gösterişsiz mümin alıçlarıyla nefes alıp vermeye devam ediyor. Türkiye’nin devam etmesi sanki o alıç ağaçlarına bağlıymış gibi... Suriye’yi kurtaran o alıçlarmış gibi, Azerbaycan’a Sİ- HA'ları gönderen de o alıç ağaçlarının geceleri yaptığı dualar olabilir mi?

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım