Beşir Ayvazoğlu: Her biyografi bir çeşit yaşama kılavuzudur
Bozgunda Fetih Rüyası, Ömrüm Benim Bir Ateşti, Kuğunun Son Şarkısı ve Aşk Estetiği gibi kitaplarıyla tanıdığımız şair ve yazar Beşir Ayvazoğlu ile biyografi yazarlığından yürümenin felsefine, geç kaldığımız şehirlerden Yunus Emre’ye kadar keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik...
Hocam, biyografi yazarlığı biraz da isimler üzerinden Türkiye’yi anlama çabası gibi. Peki, Türkiye’yi ve dünyayı isimler üzerinden anlamaya çalışmanın önemi nedir? Bizler için nasıl bir yol açıyor, imkân tanıyor bu “yöntem”?
Her biyografi yazarının içini kemiren bir soru vardır: “Ben bu adamın hayatını niçin yazıyorum? Onun hayatını bilmek ne işimize yarayacak?” Bu soruya yüzde yüz tatmin edici bir cevap verilebileceğini sanmıyorum. Esasen sıradan insanların hayatını kimse merak etmediği için biyografi yazarları her zaman tepedeki adamların, daha çok da başarılı olanların biyografilerini yazmışlardır; siyaset, ilim, sanat, edebiyat ve iş insanlarının... Çünkü kalabalıklar onların nasıl bir hayat yaşadıklarını, başarıya nasıl ulaştıklarını merak eder. O hâlde, biyografi, insanların kendi hayatlarında karşılaştıkları soruların cevaplarını başkalarının hayatında bulmaya çalışanlar için yazılmaktadır, denilebilir. Açıkçası, her biyografi bir çeşit hayat projesi, yaşama kılavuzudur. Ama ötesi de var… Hayatını yazdığınız insan, kendi alanında çok başarılı olmuşsa etrafını da etkilemiş, hatta yaşadığı dönemde çeşitli alanlarla önemli roller üstlenerek mensup olduğu toplumun hayatında olumlu veya olumsuz roller üstlenmiş olabilir. Onların hayatına yakından baktığınız zaman, genel tarih yazarlarının göremedikleri pek çok ayrıntıyı fark edebilir, pek çok hadisenin nüfuz edemedikleri arka planına ulaşmış olabilirsiniz. Bütün bunlar söz konusu olmasa bile, her insan, en sıradan olanı bile önemlidir ve onu anlamak için göstereceğiniz gayret, birçok disipline çok değerli veriler sağlayabilir.
Çalıştığınız isimleri düşününce, coğrafyanızın Balkanlar’dan Anadolu’ya, İstanbul’dan Arabistan topraklarına kadar çok geniş bir alana yayıldığını görüyoruz. Siz de kahramanların peşinden mutlaka gitmişsinizdir bu şehir ve ülkelere. Peki, sizin aklınız ve gönlünüz hangi şehirde, ne vesile ile kaldı?
Semerkant, Buhara, Isfahan, Üsküp, Mostar, Saraybosna ve Halep… Çok görmek istediğim, fakat göremediğim Halep artık yok sayılır. Diğerlerini de çok kısa sürelerle ziyaret edebildim ve aklım onlarda kaldı. Her birinde hiç olmazsa üçer-beşer ay yaşamak isterdim. İstanbul’a gelince… Rabia Hatun ne demiş? “Men tâ senin yanında dahi hasretem sana!”
Yürümek ve edebiyat üzerine ne der ne düşünürsünüz acaba? Yani gezintinin entelektüel etkinlik üzerindeki etkileri nelerdir? Mesela, “Koşmasaydım Yazamazdım” diyor Murakami. Nietzsche de “sadece elimle yazmıyorum, aynı zamanda ayaklarımla da yazıyorum,” demişti. Peki, sizin yürümek, gezmek ve yazmaya dair bir rutininiz var mı?
Bir zamanlar şiir yazardım; bir şiirimde, motorlu araçların icadından önceki yolların git git bilmezliğinden ve yolculukların güzelliğinden dem vurmuş, eski yolcuların toprakla suyun hasretle nasıl kucaklaştığını, gök kubbenin ne kadar güzel çatıldığını, dağların yere nasıl sağlam oturduğunu fark edebildiklerini ve sessiz yol gecelerinde yıldızları sayabildiklerini söylemiştim. Özellikle yalnız yürümek kendi içimize dalmamız için fırsat yaratır, yaratıcı düşünceye kapılar açar ve yaşadığımız dünyayı daha derinliğine fark etmemizi, onunla diyaloğa geçmemizi sağlar. Yürümek, modern hayat şartlarının zorladığı aceleciliğe, telaşa ve saatle ölçülebilen zamana boyun eğmekten kurtulmaktır. Yıllar önce yürüme konusunda bir kitap okumuş, J.J. Rousseau, Stevenson ve Thoreau gibi filozofların tek başına yürümekten yana olduklarını öğrenmiştim. Rousseau, yürüyüş esnasında birinin yanına yanaşıp o ana kadar zihninde biriktirdiği zenginliği dağıtmasına çok kızar, çok üzülürmüş. Kazancakis gibi, dar ayakkabılarla saatlerce yürüyerek acı çektikten sonra, rahat ayakkabılar giyerek yürüyüş zevkini doruk noktasına çıkaranlar bile varmış. Kirkegaard, en verimli şekilde ancak yürürken düşünebildiğini ve yürüyüşün bizi her türlü saplantıdan kurtaracağını söylermiş. Nietzsche’nin de Şen Bilim’de ve Böyle Buyurdu Zerdüşt’te yürüyüş hakkında buna benzer sözleri var. Bize gelince: Yürüyüş zevkinin başlı başına bir araştırma konusu olduğunu söyleyebilirim. Mehmed Akif, şehir içinde asla fayton, tramvay, tren gibi ulaşım araçlarına binmez, hep yürürdü. Bir dostuna yazdığı mektupta, “Şimdi İstanbul’da olup sizi ben gezdirmek isterdim. İnanınız, ayağımı basmadığım hiçbir yer yok!” Refik Halit Karay de Bu Bizim Hayatımız adlı romanında bir kahramanını şöyle konuşturur: “Yine tramvaya binmedi; yürürken iyi düşünüyordu; ayaklarının işlemesi kafasını harekete geçiriyordu. ‘Yürümeyen adamın zihni durur,’ dedi, ‘yüksek makama geçenlerin fikir verimsizliklerinde biraz da arabayla otomobilin tesirini aramalıyız. Bunlar yayan dolaşmayı bırakınca hem lüzumluyu göremez oluyorlar, hem de dimağ işlekliklerini kaybediyorlar. Karın yapmaları da bundan!”
Hocam birçok kitabınızı okudum ama benim aklım hep Yunus, Ne Hoş Demişsin kitabınızda kaldı. Yunus’un entelektüel çevrelerde keşfi çok ironik geliyor bana. Herkes annesinden Yunus ilahisi dinlediğini hatırlıyor birdenbire... Bugün de Yunus Emre ile ilgili birçok yeni çalışma yapılıyor. Peki, biz baygın Yunus şiiri ve düşüncesinin neresindeyiz? Cumhuriyet’in ilk döneminden beri Yunus bahsinde neler değişti?
Sözünü ettiğiniz kitabı yazarken bir soru sürekli kafamı kurcalamıştı: Yunus Emre’ye ve onun gibi büyük şair ve sanatkârlara yaşadıkları çağların şartlarını göz önünde tutarak bakmak, onları kendi çağlarına hapsetmek anlamına gelir mi, gelmez mi? Bir başka soru da şu: Bir şairi yahut yazarı okurken, onu doğru anlamak için biyografisinden ve yaşadığı devrin şartlarından mı, yoksa eserin kendisinden mi yola çıkmak gerekir? Bunlar önemli sorulardır. Herkesten, bir sanat eserini yaratıldığı çağın şartlarını ve yaratıcısının biyografisini göz önünde tutarak okuması beklenemez. Her nesil, yaratıldığı devrin sınırlarını aşmayı başarmış eserlere farklı yorumlar getirerek ona kendi zamanının şuurunu ilave edecektir. Bunun kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum. Bugüne ulaşabilmiş bir eseri onun hakkında yapılmış yorumların dışında düşünmek mümkün değildir. Yunus Emre hâlâ sevilerek okunuyor, şiirinden günümüze de hitap edebilecek evrensel mesajlar çıkarılabiliyorsa, bu onun şair olarak büyüklüğünü ve kendi zamanını aşabildiğini gösterir. Yanlış olan, onu aşırı yorumlarla herhangi bir dünya görüşünün veya ideolojinin sözcüsü gibi göstermektir. Geçmişe bugünün dünya görüşleri içinden bakılırsa, yanlış sonuçlara varma tehlikesi vardır. Bütün eski metinler elbette her zaman ve zeminde farklı bir şekilde okunup yeniden değerlendirilecektir; ama şirazesini muhafaza etmek şartıyla... Hangi açıdan bakılırsa bakılsın, Yunus Emre’nin bir sufi olduğu göz ardı edilmemelidir. Aksi takdirde yeni nesilleri zorlayacak bir bilgi kirliliği ortaya çıkabilir. Yunus Emre hakkında maalesef böyle bir kirliliğe yol açılmıştır ve birbirinden büsbütün farklı Yunus Emre’ler arasından gerçeğe en yakın olanını bulup çıkarmak maharet ister.
Hocam son zamanlarda biyografi roman, film ve diziler epey arttı. Belki bu tür çalışmalar hep revaçtaydı ama özellikle son 10-15 yılda iyice ana akım oldular. Geçmişe bir özlem ya da popüler olana dair bir heves olabilir. Peki, sizce nedir biyografik eserleri hemen her zaman bunca okunur ve izlenir kılan?
Birinci sorunuza verdiğim cevapta bu sorunun da cevabı var, zannediyorum. Başarılı insanlar nasıl yaşamışlar, başarıya ulaşmak için hangi yollardan geçmişler? Merak edilen bu… Eskilerin “tecessüs” dediği kavramı çok önemserim. Tecessüs, biliyorsunuz casus kelimesiyle aynı köktendir. Önemsediğimiz insanların bizlerden gizlediklerini, yani sırlarını, özel hayatlarını, hatta mahrem dünyalarını bile merak ediyoruz.
Yazı yazmak başlı başına bir inşa. Hatta sizin gibi biyografi yazanlar için mimari gibi. Çünkü tezinizin ve hatta kanıtlarınızın olması gerekiyor. Peki, siz biyografik eserlerinizi kaleme alırken nelere dikkat ediyorsunuz?
Biyografi yazmak, bir hayatı harf harf, hece hece, kelime kelime yeniden inşa etmek demektir. Bu inşa faaliyeti gerekli malzeme olmadan gerçekleşemez. Bu sebeple ulaşabildiğiniz bütün bilgilere ulaşmak zorundasınız. En ufacık bir bilgi kırıntısı bile bir problemi çözebilir. Daha da önemlisi, hayatını yazdığınız kişiyi anlatırken aramıza mesafe koymanız, sevginizi yahut nefretinizi paranteze almanız gerekir. Amaç, put yontmak veya şeytan yaratmak olmamalı, insanın doğruları ve yanlışlarıyla, zaafları ve meziyetleriyle insan olduğu unutulmamalıdır. Ben bunu yapmaya çalışıyorum, belki onun için…