Annie Ernaux: Artık birinci tekil şahıs ekiyle yazamıyorum

Annie Ernaux.
Annie Ernaux.

Lauren Elkin tarafından gerçekleştirilen bu söyleşi, The White Review tarafından Ekim 2022’de yayımlanmıştır.

Kendinizi bir roman yazarı olarak görmüyor musunuz?

Hayır, bu terim bana hiç uymuyor. “Romancı” olarak nitelendirilen kişiler genellikle kadınlardır, erkek yazarlara ise yalnızca “yazar” denir. Ayrıca Le Monde gazetesine edebi yazılar yazmaları istenen yazarlar da çoğu zaman erkek yazarlar - kolektif bilinçdışında “yazar” sözcüğünün karşılığı “erkek”tir. Belki de bu sadece Fransa’da böyledir.

Annie Ernaux doğum adıyla Annie Duchesne, Fransız yazar ve edebiyat profesörüdür.
Annie Ernaux doğum adıyla Annie Duchesne, Fransız yazar ve edebiyat profesörüdür.

Bana kalırsa Amerika Birleşik Devletleri’nde ve Birleşik Krallık’ta da durum aynı. Dilin dişilleşmesinden yana mısınız peki? Geçimini yazarak sağlayanlardan mısınız?

Evet, dilin dişilleşmesini destekliyorum. Başlangıçta bir saf tutmaya sıcak bakmıyordum ama son zamanlarda bu konu benim için daha çok bir alışkanlık meselesine dönüştü. Tam anlamıyla geçimimi yazarak sağladığımı söyleyemem ancak böyle vasıflandırılmak rahatsız etmiyor beni.

Yazma şeklinizi otobiyografi olarak mı yoksa deneme yazısı olarak mı değerlendiriyorsunuz?

İkisi de değil. “Herhangi bir türe sığdırılamayan metin” fikri çok ilgimi çekiyor. Ama bunu yaparak, belirli bir türü olmayan yazıları edebiyat olarak görmeyen okurun metni tehlikeye atması riskini de alıyorsunuz. Böyle çok fazla metin var, gün geçtikçe de sayıları artıyor; yazarlarının birçoğu da bu yazılara -roman olmadıkları hâlde- “roman” demeyi sürdürüyor. Çünkü romanlar satıyor. Bense kitaplarımı böyle nitelendirmeyi reddettim.

Journal Du Dehors kitabınız hakkında yazdığınız bir makalede, kitabın bir “je teanspersonnel (ben kişiötesi)” diliyle yazma teşebbüsü olduğunu söylediniz. Bu ne anlama geliyor?

Bu ifadeyle kastettiğim, otobiyografik bir “ben”in karşıtı olabilecek herhangi bir şey. Benim algıladığım şekliyle ben, benimle ve geçmişimle uyumlu bir kimlik değil. Psikolojik bir ben değil sözünü ettiğim; toplu olarak deneyimlediğimiz, anne babanın ölümü, kadınların mevcut durumu, yasa dışı kürtaj gibi çoğumuzun bildiği yaşantıların belirdiği bir ben. Ben kişiötesi, en somut hâliyle benin tamamen ortadan kalktığı Seneler kitabımda görülebilir. Ben, benim için bir kimlikten ziyade insani deneyimlerin ve olayların belirlediği bir mekân diyebilirim. Yazı vasıtasıyla bunu açıklığa kavuşturmaya çalışıyorum. Adına ben kişiötesi diyorum, çünkü asıl ilgilendiğim “birey” veya fıkralara yaraşır bir anlatım biçimi değil. İster toplumsal olsun, ister psikolojik yöntemler dahilinde veya tepkisel bir alanda olsun; ortak olan, paylaşılan ile ilgileniyorum ben. Yalnızca kişisel bir geçmişe indirgenemeyecek meselelere ışık tuttuğumdan ancak bu şekilde emin olabilirim. Esasında istediğim kendimi belirli bir mesafede tutmak. Bütün mesele kendini biraz uzak tutabilmekte. Bu elbette bir tavır ve inşa etmesi zaman alıyor; ilk kitaplarım benden izlerle dolu. Sonrakilerde de izler bulunuyor ancak bu izleri, direkt olarak yazarın kendisine atfetmeden konuşabilmenin bir yolunu bulmamız gerek.

Bu dediğiniz sizin eserlerinize istinat edilerek sıklıkla tartışılan “düz yazım” tarzında kendini gösteriyor mu?

Evet, “düz” çünkü onu o şekilde yazdım, içime öyle doğdu. Daha objektif, mesafeli ve gerçekçi…

Son derece uzamsal bir bağlamda açıkladınız.

Evet, dediğiniz gibi uzamsal bir konu bu, birleştirilmesi gereken iki mekân varmış gibi: başladığım yer -ki içinde belli bir şiddeti barındırıyor- ile edebiyat dünyası. Aslında kalemi her elime aldığımda, bir şeyler fethediyorum bir bakıma. Bilmem anlatabiliyor muyum?

Tabii, çok iyi anlatıyorsunuz. Sözünü ettiğiniz şey için gayret etmeniz gerekiyor; hazır bulduğunuz bir şey değil çünkü.

Hazır bulduğum bir şey değil…

Kitabınızda birçok boşluk görüyoruz. Bu boşluklar yazma edimiyle yazmanın kendisi arasındaki uzamsal ilişkinin görsel bir tercümesi mi acaba?

Doğru, ama bütün kitaplarım öyle değil; Seneler’de fazla boşluk bulunmuyor.

Yine de metni sayfaya dizme biçiminizde ilgi çekici bir şeyler var.

Evet, boşluklar! Yazıya aralıkları dahil etmek benim için birinci derecede önemli. Okunaksız olanın, ayrımın, kopuşun, kopma biçimlerinin mahali işte orası. Evet, biraz öyle... Fakat öte yandan zaten benim için değil bu boşluk, okur için.

Seneler kitabınızın benim için en çarpıcı özelliklerinden biri, kariyeriniz boyunca üçüncü tekil kişi ekini kullanarak yazdığınız ender kitaplardan biri olması. Bu yeni sesi nasıl tasarladınız? Diğer kitaplarınızda büyük önem taşıyan bene ne oldu?

Ben, Seneler kitabımda ve ben ile o olmak üzere iki farklı ve özgün sesle yazılan son kitabım Mémoire de fille’de kaybolma noktasına geldi. Ben, yazar kadın içindi, o da betimlediğim, 1958’in genç kadını için.

Seneler üçüncü tekil şahıs ekiyle yazdığınız ilk kitap mıydı?

Evet.

Bu size nasıl hissettirdi? Üçüncü tekil şahıs ekiyle hiç yazamıyorum, bana son derece yapay hissettiriyor.

Belki de yalnızca zamana ihtiyacınız vardır. Nasılsa ideal dil ille de bu olmak zorunda değil. Bana tam tersi oldu; senelerce ben ile yazdım fakat artık birinci tekil şahıs ekiyle yazamıyorum.

Neden?

Bilmiyorum. Nasıl ki bir zamanlar ben diliyle yazmam gerektiğini hissettiysem şimdi de öyle, bir zorunluluk gibi.

Le Vrai Lieu kitabınızda toplumun kendi ürettiği yazarlar üzerinden hangi yollarla dile geldiğinden bahsediyorsunuz. Seneler’in sonunda ise metne yaklaşmak için bir yol takdim ediyorsunuz okura. Bunun yanında, sizinle “kişisel olmayan” veya “kolektif” otobiyografi hususunda biraz daha konuşmak istedim. Kendi hayatları üzerine yazan kadınlar çoğu zaman narsisist ve benmerkezci olmakla itham ediliyorlar. Dolayısıyla kolektif otobiyografi, bence “ben,” “biz” ve bizi üretip yine bizim aracılığımızla dile gelen ve bizi durmaksızın şekillendiren dünya arasındaki ilişkiye değinmek için daha dürüst bir yöntem.

1940 yılına Lillebonne’da, işçi sınıfından bir ailede doğdu.
1940 yılına Lillebonne’da, işçi sınıfından bir ailede doğdu.

Kesinlikle. İlk başlarda kolektif otobiyografi yazma niyetinde değildim. Katettiğim ilerleme metinlerin kendi içinde saklı. Asıl yapmak istediğim, belli bir dönemde yaşamış bir kadının öyküsünü yazmaktı. Ama onun orada bulunmasını âdeta istemiyordum; aynı anda orada olduğu ve olmadığı bir hikâyeyi nasıl yazacağımı da bilmiyordum. Eğer onu hikâyeden tümden çıkarsaydım, metnim bir tarih kitabına dönüşürdü. Kitapta bir bilinç, şuur olması gerekiyordu. Hâl böyle olunca hem şahsi hem de gayrişahsi olan görseller ve anılar, kitaplar, filmler, şarkı sözleri toplamaya başladım. Onları hiç kimseyle bağdaştırmadan yaptım bunu. Dünyaya geldiğim günden başladım biriktirmeye. Dünyanın kendisine dair hakiki bir anım yoktu, sadece ondan sonrasını hatırlıyordum. Kitap, hatırlayamadığımız o ilk zamanları ve dünyayı fark etmeye başlamamızı konu alan bir metne dönüştü. Kendim hakkında yazmıyordum: Anlatılar vasıtasıyla, bilme yollarımız vasıtasıyla, dünyayla karşılaşma biçimlerimiz vasıtasıyla yazıyordum. Bunlar psikolojik şeyler değil, daha ziyade koşullar ve ailecek oturulan sofralarla ilgili şeyler. Birden anladım ki yazdıklarım kişisel bir deneyimi değil, Fransa’nın, taşra halkının, işçilerin, eski zamanların tarihini anlatıyordu. Yazmaya devam etmek için bir yol bulmam gerekiyordu. Ben de eski fotoğraflara, kendi bebeklik fotoğrafıma baktım. Ne var ki bir şey bulamadım, kimse yoktu o fotoğraflarda. Biraz daha ileri tarihli bir fotoğraf kullanma fikri nereden çıktı hatırlamıyorum, ama küçük bir kızın deniz kıyısında çekildiği bir fotoğraf buldum. O kız, bendim elbette. Fotoğrafı tasvir etmeye başladım, yazdıkça da bir tercih yapmam gerektiğinin farkına vardım: ben mi demeliydim, yoksa o mu?