Anlatılacak ne çok şey var: Ahlat'ın renkleri
On beş kişi kadar, bir minibüse doluşup Muş yoluna düştüğümüzde Ahlat diye bir yer yoktu aklımızda. Ben Malazgirt’i merak ediyordum. Yolculuğumuzun sebebi de oydu zaten.
Gün öncesinden Malazgirt’e dair kitap aramıştım kitaplığımda. Osman Turan’ın kalın Selçuklular Tarihi’ni orasından burasından okumaya çalışmış, bu işin öyle bir günde yapılacak okumayla halledilemeyeceğini anlayıp, artık internette karşıma çıkan sitelerde birkaç saat oyalanarak, Malazgirt Savaşı hakkında bilgilerimi tazelemiştim.
Malazgirt’in tarihiyle birlikte coğrafyası da çarpıcıdır. Daha önce hiç görmediğim iri kuşlarla karşılaşmıştım Muş merkezden Malazgirt’e doğru otobüsle yolculuk ederken. Evet, buranın da rengi farklıydı.
Sivas dağlarının griye çalan kahverengisi, Erzurum’un siyahla harmanlanmış duygusu veren kahverengisi, Malazgirt’te yeşil tonlarına kavuşuyordu.
Bu farklı renkler, Ahlat’ta toplanmış gibidir. Adeta yöreye ait bütün renklerin özeti gibidir Ahlat. Yine Muş merkezden otobüse doluşup Ahlat’a gidiyoruz denildiğinde, “Niye Ahlat?” diye düşünmekten kendimi alamamıştım. Niyesi var mıydı? Ahlat’ta Van Gölü’nün maviliğiyle de karşılaşabilirsin, değişik, sanki yeşilin bir tonu gibi duran kahverengi taşlarla da. Her sokağın ucundan çıkıp, sizi kendine çağıran, farklı dönemlerin tarihiyle de… Bunu oraya gidince görecek, Malazgirt’te yaşadığım hayal kırıklıklarının tamamını Ahlat’ta giderecektim. Öyleyse şöyle söyleyelim: Bir yerde aldığın yarayı, başka yerde sağalttığın yerin adıydı Ahlat ve Malazgirt.
Selçuklu Mezarlığı’na girince, Konya’daki mezarlıklar gelmişti aklıma. Bu arada, hemen Ahlat evlerine yönelik şaşkınlığımı belirtmeliyim. Günümüzde de sanatkârane uğraşların neticesinde ortaya çıkan taş evler yapılabiliyordu. “Bu evlerde kimler yaşıyor?” diye sorduğumda, “Yöre halkı,” cevabını almış, bu cevap beni sevince boğmuştu.
Sanki kaybettiğim bir şeyi bulmuş gibiydim. Belki bu yüzden Selçuklu Mezarlığı’nda rastladığımız eşsiz taş ustalığının, günümüzde de özellikle taş evlerde devam ettiğini düşünmüştüm.
Fakat Selçuklu Mezarlığı yine de apayrı bir olay ve atmosferdir. Kalabalıktan ilk defa Selçuklu Mezarlığı’nda sıkılmamıştım. Orada da herkes fotoğraf çekme telaşındaydı. Ben ise o insan boyunu aşan mezar taşlarına şaşkınlıkla bakıyordum. İnsan bunları neden yapar diye düşünüyordum. Bir tane de değildi üstelik. Sayamayacağım kadar çoktular. Üstelik bu gördüklerimiz dışında, tahrip olan, yok olanlar da vardı. Peki, rengi dışında mezar taşlarının hiçbirinin diğerine benzememesine, benzese dahi, mutlaka farklılıklarıyla diğerinden ayrılmasına ne demeliydi? Selçuklu Mezarlığı’nı görünce, ister istemez batıda resim ve heykel sanatının, doğuda bu şekilde, inanç noktasını kesinlikle es geçmeden, mezar taşlarında, kümbet ve camilerde karşılık bulduğunu düşünmüştüm. Sanat öyle, dünyanın bir köşesinde zirvesini yaşarken, diğer köşesinde sürünmüyordu.
Ahlat’ın taşı, taş evleri, camileri, yeşil doğası, Van Gölü’ne kıyısı ve güzel insanları vardı. Ne güzel gülüyorlardı ve ne güzel anlatıyorlardı. Bir tabelaya yaklaşıp okuyorum: Ahlat’a Bizanslılar "Khlat", Süryaniler "Khelath", Araplar "Halat" dermiş. İranlılar ve Türkler neden "Ahlat" demiş acaba? Bilmiyorum, ama tabeladan başımı çevirdiğimde, bu her sokağı, her caddesi ayrı bir tarihin kokusunu taşıyan, zamanında Müslümanların sanat ve kültür merkezlerinden biri haline galen Ahlat’a neden derin duygularla bağlandığımı anlamıştım