"Anılmazdı Veysel adı"
25 Ekim 1894’de. Yol üzerinde doğmuş. Bu biyografi bilgisi. Aslında 1894’de doğmadı. Çok daha önce doğdu, 1894’de ve başka zamanlarda… Karacoğlan’la birlikte doğdu. Emrah’la birlikte. Türkler, Anadolu’ya girerken… Yunus Emre’den hemen sonra. Kazancı Bedih’in biraz öncesinde. Neşet Ertaş’ın ağabeyi olarak… Bütün bir ömrünün hülasası olacak Sivas’ın Sivrialan köyünde. Yoksul bir çiftçi babanın oğlu olarak. Fakir ama bilge bir babanın oğlu olarak. Köylü ama şiir seven bir babanın oğlu olarak…
Çocukluk, en uzun bahçesi ömrünün. En renkli çiçekleri elbet. Veysel’i değil de söylediklerini merak ediyor oluşumuzun en açık göstergesi; kimse yedi yaşına kadarki ömrünü sormamış koca ozana. “Yedi yaşıma kadar ben de herkes gibi, koştum, seğirttim, güldüm, oynadım” diyor. Ama ekliyor da: “Yedi yaşında çiçek hastalığından, iki gözlerimi kaybettim.” Yüzyılın tam başında çiçek salgını vuran ilçesinde, salgın ona da vuruyor. Başka bir dünyanın açılması için gözlerinin gördüğü dünya kararıyor.
Çocukluğunun kalan kısmı, bostanlarda korucu olarak geçiyor hâliyle. Âşık geleneği var ve devam ediyor. Kulağı sazın sesine düşüyor. “Sonra avunayım diye bu sazı verdiler elime. Ben ona söyledim, o bana söyledi” der yıllar sonra. 9 yaşında eline aldığı sazın, 15’inde ustası olmuştur çoktan. Hocası: Çamşıhlı Ali Ağa’dır. Kararan gözlerine açılan yepyeni dünyalardan biri oluyor saz da. Ezberinde yüzlerce şiir bulunan babası, Veysel’e de ezberletiyor şiirleri. İlk şair: Kul Abdal.
Kırklara karışıncaya kadar çalıp söylüyor. Tek satır yazmıyor bu vakte kadar, hep başka şairlerden hep başka âşıklardan… 30’ların başında Ahmet Kutsi Tecer, Sivas’a Maarif Müdürü olunca Şairler Gecesi düzenliyor. Veysel de şairlerden biri olarak oradadır. Tecer’den "halk şairidir" diye bir belge alıyor. O kâğıtla bütün memleketin büyük kısmını dolaşıp, saz çalıp söz söylemeye başlıyor. İltifat olunca marifet de geliyor. Kendi şiirleri de peşinden…
Cumhuriyet’in onuncu yılında Atatürk için bir şiir yazıp, söyler. Köydekiler çok beğenince “bunu Ankara’ya gönder” derler Veysel’e. "Ben götürürüm" der ve arkadaşı İbrahim’le yürüyerek yola çıkar. Tam üç ay sürer bu yolculuk. Geçtikleri her yerde çalıp, söyler. Ankara’ya girince, sazın tellerini değiştirelim der. Ama köylü kıyafetinden dolayı çarşıya sokulmak istenmez. Döner ve Hâkimiyet-i Milliye gazetesine gider. Şiir orada takdimle birlikte yayınlanır. Ankara’da beş gün kalır ama "Kemalistler" Atatürk’le görüşmesine izin vermez.
Ertesi yıl olsa gerek, bir dost mektubuyla İstanbul Radyo’sunun yolunu tutar. Mesut Cemil Bey’in yanına giderler. Mesut Cemil Bey, kıyafetlerine bakınca “bu köylü ne söyleyebilir ki” der içinden. Veysel, saza vurup söylemeye başlayınca Mesut Cemil Bey, düşündüklerini söyler ve helallik ister. Radyodan çıktıktan sonra radyoya telefon gelir. Dolmabahçe’de yayını dinleyen Mustafa Kemal Paşa, "o kimdi" diye sorar. Adresleri alınmamıştır. Polis Müdürü gece yarısına kadar İstanbul’un altını üstüne getirir. Bulamazlar. Ertesi gün olayları öğrenip "Gazi"yle görüşmek için Dolmabahçe’ye gider. "Kemalistler" yine "hayır" der. "O dündü." Çaresiz tekrar Sivas…
Bu arada iki evlilik yapar ve çocukları da olur Veysel’in. Tecer, Ülkü dergisinin müdürü olunca şiirlerini yayınlar. Artık çoktan tüm memleketin bildiği bir şair olmuştur. 1944’te ilk kitabı Deyişler yayınlanır. Ülkü dergisinde Tanpınar’la karşılaşır ve Tanpınar: “Gel âşık, ben artık şiir yazmayacağım, pabucumuzu dama attın” der. Bu büyük iltifat, daha büyük marifetler için ilham olur. Efsane "Benim sadık yârim kara topraktır" da aynı yıl doğar.
Bakmayın şimdi biyografilerde babasına "bey", annesine "hanım" dediklerine. O günkü gazete manşetlerine bile "görgüsüzler" olarak geçen, istenmeyen fakir köylülerdir aslında, Âşık Veysel de ailesi de… Üstelik düzeltelim, Atatürk’e şiir sunmak için gittiği Ankara’ya alınmamış değil, Ankara’dan atılmış bir adamdan söz ediyoruz burada. Karacoğlan’ın devamından söz ediyoruz… Tek parti devresinden sonra da şiirleri yayılır Türkiye’ye. 1952’de Metin Erksan hayatını filme alır: Karanlık Dünya.
1965 yılında TBMM, özel bir kanun çıkararak maaş bağlar büyük halk şairine. Yoksulluğuna biraz çare bulunmuştur belki ama yorgunluğu çaresizdir. Çalıp söylemeye, yazıp dinletmeye devam eder. Evlatlarına vasiyeti de gelir bu yıllarda: “Beni doğduğum yere gömün, geldiğim yerden gideyim.” Yıllar ilerler, başka kitaplar, başka albümler dolar. Herkesin başına gelecek olan onun da başına gelir elbette. 1973 Mart’ının 21’inde doğduğu ve bütün ömrünü geçirdiği Sivrialan köyünde ebedi âleme intikal eder. Geriye halka söylenişi ve Hüda’ya seslenişi kalır.