Akdenizli bıçkın bir denizci: Marsilya
Biz Akdeniz’in insanları birbirimizi tanırız. Böyle söylemiştim Marsilya’ya indiğimiz ilk gün yol arkadaşım Sigurd’a. Bir İzlandalı olarak bunu hemen anlamasa da Marsilya’da geçirdiğim ilk saatin sonunda, şehrin yerlisi gibi takılmam sanırım onu da ikna etti. Bir haftalık Kuzey Avrupa gezisinden sonra, sıcak denizlerin o tatlı meltemi beni yıllar sonra yeniden Marsilya’ya sürüklemişti. Bunda elbette ressam dostum Henry’nin daveti de etkili oldu şüphesiz. Henry, atölyesini Arden ormanlarına bakan o tatlı ve ıssız köyden Marsilya’ya taşımaya karar vermiş. Yeniden kaosun, denizin ve sokakların sesini duymak istediğini söylüyor. Bir grafiti sanatçısı olan Sigurd’da Marsilya’nın sokaklarını merak ettiğini söyleyince kendimizi uzun bir yolculuk sonunda işte burada bulduk.
Marsilya demek özgürlük demek
Akdeniz’in bu en sert ve en aşk dolu noktasında deniz havasını içimize doldurup kendimizi Canabiere Caddesi’ne vuruyoruz. Her şey yıllar önce bıraktığım gibi. Bir kafeye oturup her ırktan ve her sınıftan insanın Marsilya’nın rengine bulanmış gündelik telaşlarınız izliyoruz. Nedense bu bana büyük bir keyif veriyor. Sigurd, İf adasına gitmek ve Monte Cristo romanına ilham olmuş bu yeri görmek istiyor. Tekrar limana gidip, adaya giden teknelerden birisine biniyoruz.
Adada yer alan ve çok uzun yıllar hapishane olarak kullanılan İf Şatosu artık ziyaretçilerine açık. Marsilya demek özgürlük demektir ve Marsilya açıklarında bir şato hapishanesi ne büyük bir ironi oluşturuyor böyle… Roman kahramanı Edmon Dantes’i ve yıllarca kaldığını hayal ettiğimiz hücreleri geziyoruz. İlginç bir deneyim. Tavsiye ederim.
Şehrin kalbi: Vieux Port
Henry’nin atölyesinin bulunduğu Le Panier bölgesine gitmeden evvel -ki burası da fırınlarıyla meşhurdur ve dostum da boğazına düşkün bir adamdır- önce Vieux Port’a yani Eski Liman’a gitmeye ikna ediyorum Sigurd’u. Çünkü burası şehrin kalbidir. Eğer Marsilya’ya ilk defa geldiyseniz ya da benim gibi uzun yıllar sonra ayak bastıysanız ilk yapmanız gereken buraya gelip şehre bir selam vermek olmalı: Yeniden merhaba eski dostum Marsilya…
Şehrin en yüksek tepesi
Limana döndüğümüz zaman, Sigurd şehrin en yüksek yerini merak ediyor. Haklı, çünkü bir şehri tam olarak kavrayabilmek için en yüksek yerinden şöyle bir izlemek şarttır. Onu Notre Dame de la Garde Kilisesi’ne çıkarıyorum. Limandan yaklaşık 2 km yürüme mesafesinde, 162 metre yükseklikteki Le Garde tepesine inşa edilen kilise şehrin sembollerinden birisi.
1864 yılında inşa edilmiş ve Marsilyalı denizcilere adanmış.
Evet, denizcilik Marsilya’nın en eski mesleğidir. Bu yüzden belki de Marsilyalılar Akdeniz’in ufka doğru mora çalan mavisine bakarak uzun süre dalar giderler. Çünkü hep bir beklenen vardır ve “beklemek” artık Marsilyalıdır.
Chateau de Eau
Hızımızı alamayıp oradan Chateau de Eau’ya geçiyoruz. Yani su sarayı. 1849’da Durance Nehri’nin suyunu Marsilya’ya getirmek için inşa edilen Marsilya Kanalı’nın(Canal de Marseille) ulaştığı son noktada bu kanalın açılışını kutlamak amacıyla inşa edilmiş.
Mimari tasarımı Mimar Henri Esperandieu’ya ait.
İlginç bir şekilde Türk-İslam sanatından izler taşır. Bunu ancak Akdenizli komşular olmak ile açıklayabiliyorum.
Bourride Marsilya'da yenir
Marsilya’nın meşhur sıcağı bizi epey yoruyor. Hem biraz dinlenmek hem de Marsilya’nın yerel lezzetlerine ulaşmak için tekrar limana dönüyoruz. Marsilya da bütün dönüşler hep orayadır zaten. Nicedir canım sadece Marsilya’da yiyebileceğiniz bir yemek olan Bourride çekiyordu.
Bu geleneksel balık yahnisi muhteşem bir lezzet.
Pisi balığı, karides ve sarımsaklı Aioli sosuyla yapılan yerel bir yemek Bourride. Mutlaka tavsiye ediyorum. Bu keyifli yemeğin ardından vaktin epey geç olduğunu fark edip, bizi bekleyen ressam dostumuz Henry’nin atölyesine doğru yürümeye başlıyoruz. Pastel renkli evlerin ve daracık sokakların arasından Le Panier’in içinde yürüyoruz. Bir tablonun içerisinden başka tabloların içine doğru bu sanat yolculuğu Henry’nin atölyesinde son buluyor...