Seyirci Rıza
Stadın kapıları maçtan iki saat önce açıldı. Sabahtan beri ayaktaydılar. Şimdi de binlerce kişinin içeriye sağ salim ve kesici, delici, yakıcı alet edevattan arındırılmış şekilde girmelerini sağlayacaklardı. Öfke suç aleti sayılmıyordu. Rıza çok öfkeli insanların stada doluştuğuna bizzat şahit oldu.
Seyirci olmak bazı insanların yazgısıdır. Her şeyi seyrederek tamamlarlar vazifelerini. Bir ömrü seyrederek geçiren toplulukların yaşadığı bir çağa denk gelmek de yazgıdır. Seyreden insanlardan seyreden kalabalıklara dönüşen bir tür esirlik bu. Bir tür ahir zaman köleliği. Çoğu zaman dikkat kesildiğini sanan, ama çoğunlukla seyirci olmaktan öteye gidemeyen yanılgılar bütünü olmuş durumda hayatlar.
Bu hale nasıl gelindiğini uzun uzun anlatmak yersiz. Bu halin farkında olmadan hayatını sürdürenleri ve farkında olup da bir şey yapamayanları anlatmak da yersiz. Kökünden kurumuş bir ağaca fayda verecek su henüz topraktan çıkmadı.
Akşam bunları düşünerek mi uyumuştu Rıza? Hatırlayamadı yeni bir güne gözlerini açtığında. Kahverengisi günden güne eskiyen perdelerden içeriye solgun bir aydınlık girmeye çalışıyordu. Yorganı büyük bir yılgınlıkla üzerine çekti. Kendi soluğundan rahatsız oluncaya kadar başını çıkarmadı yorgandan. Saatinin alarmı o sıra çaldı insanı uyandırmaktan çok faciaya davet edercesine. Rahat yok sana bu dünyada dercesine.
Memur olduğu günden beri saat çalmadan uyanırdı. Adamı memur yapınca vücuduna gizli bir alarm yerleştirdiklerini düşündü her sabahki gibi. Bu yüzden kendinden korkmaya başlamıştı. Bazı geceler rüyasında alarm sesi duyardı. Yine rüyasının içinde uyanır, sağına soluna bakınır, herhangi bir ses çıkaran alet bulamaz ve daha fazla telaşlanırdı.
Sonra o sesin kendinden geldiğine inanmaya başlar, bazı günler onlarca kişiye yaptığı gibi kendi vücudunu genel bir taramadan geçirirdi elleriyle. Aynı yerde bulurdu aradığını. Gömleğinden yırtarak kurtulur ve karnının üzerinde korkunç bir dijital saat olduğunu fark ederdi. Yanıp sönen ve dayanılmaz cinsten ses çıkaran karnındaki dijital saatti. Onu oradan çıkarmaya ya da sökmeye çalıştığı sırada uyanırdı. O saat orada kalırdı.
Bu gece rüya görmemişti. Üşenerek yorganı üzerinden attı. Baştan aşağı titreme geçti içinden. Paketteki son sigarayı yatarken içtiğini hatırlayıp kendine kızdı. Tedbirsizliğine kızdı. Odasına, yatağına, ayaza, dışarıda muhtemelen esen rüzgara, az sonra yüzüne vuracağı suya, sakalını keseceği jilete, sağ tarafına ağırlık yapacak olan silaha, yaşayacağı güne, göreceği rezilliklere, velhasıl her şeye kızdı. Kül tablasındaki izmaritlere baktı. Hepsi sonuna kadar içilmişti. Sonuna kadar bütün sigaraları içtiği için dönüp bir daha kızdı kendine.
Jileti sakalına değdirdiğinde iki senedir her gün traş olduğunu, bundan çok sıkıldığını tekrar kabullendi. Bir müddet durup aynada kendini seyretti. İşte yine seyretmeye başlamıştı. İçi bomboş seyirlerden ne zamandan beri nefret ettiğini hatırlamaya çalışacaktı, ama vakti yoktu. “İnsanın kendini seyretmeye vakti yok diye” söylendi sessizce.
Yüzünde iki tane jilet kesiğiyle ve üniformasıyla çıktı evden. Kendine zimmetli silahı belindeydi. Sahici olduğu kadar acayip derecede sahte bir oyunun içine gidiyordu.
Sokağa çıkınca başındaki kepi düzeltti. Üniformasına çeki düzen verdi. “Gocuktan üniforma mı olurmuş” diye geçirdi içinden. Oluyordu, göğüs kısmına iliştirilen bir amblemle gocuk bile üniformaya dönüşebiliyordu. Dönüşülebiliyordu.
En yakın bakkaldan artık çok az kişinin içtiği sigarasından alıp bir tane yaktı hemen. Duman yönünden biraz cimri sigarasını içerken dolmuş beklemeye başladı. Magiruslar harıl harıl geçiyordu yoldan. Magirusları, halk otobüslerini, telaşlı insanları, gökyüzüne doluşan yağmur bulutlarını, kısacası dünya hallerini seyrediyordu. Zaten hep seyrederken geç kalıyordu.
Nitekim yarım saat geç kaldı bugün de. Acele etmesine rağmen yetişememişti zamanında. Kaç defa uyarı aldığını unutmuştu.
Bir saat kadar orada, o basık odada meslektaşlarıyla birlikte oturdu. Üç tane çay içti. Televizyon seyretti. Gürültüden televizyonda ne dendiğini anlamadı. Seyreden insanlardan biri olduğunu o an için fark etmedi. Fark etse üzülürdü elbette. Çünkü Rıza fark edince üzülecek kadar geliştirdi kendini. Alttan geçen yazıları dikkatlice okudu içinde bulunduğu duruma rağmen. O yazılardan birinde o akşam maç olduğu yazıyordu. Bilmem kaçıncı randevuymuş, ezeliymiş. Birden o maçta görevli olduğunu hatırladı. Şu odayı dolduran herkes görevliydi. İşte o an hayatında bir şeyin koptuğunu anladı. Sonuna geldiğini. Dayanamayacağını.
O yazı tekrar geçti. Rıza’nın bağrını yara yara, kalbinin ortasından zorla yol açarak geçti.
“Ezeli rekabette iki yüz otuz üçüncü randevu”. Takımlardan biri de Rıza’nın taraftarı olduğu takımdı. Rıza o takımın eski kaptanlarından birinin adını taşırdı. Babası gururlanarak anlatırdı kaptan Rıza’yı. Memur Rıza da epey bir zaman gururlandı. Epey bir zaman güzel yaşadı. Dünya fısıltıyla döndü ayaklarının altında. Güzel güzel seyretti. Doğruya yamuğa karışmadı.
Bu son cümlenin akabinde amirlerden biraz daha az yetkilisi gelip “Hazırlanalım arkadaşlar,” dedi. Gidip maç başlayıncaya kadar stadın önünde güvenliği sağlayacaklar, giriş kontrollerini yapacaklar, maçla birlikte seçilenler stada girip tribünleri kontrol altında tutacaklardı. Yorucu, o kadar da bıktırıcı işti bu. Onca insanın kontrolü, uğultusu, boşluğu… Onca seyircinin güçsüzlüğü ve gelip geçici tuhaf gücü. Rıza aklındakileri yerli yerine oturtamadan çıktı odadan.
İlk defa maç görevine gittiğinde olan bitenler normaldi. Stadın içine girmiş, elinde kalkan, belinde copu ve silahıyla yüzünü tribünlere, sırtını sahaya dönmüş ve maç bitinceye kadar tribünlere bakıp durmuştu. Bunun adı güvenliği sağlamaktı. Binlerce kişi sahayı seyrediyordu, asıl seyredilmesi gereken yeri yani. O ise durmuş binlerce kişiyi seyrediyordu. Küfürleri, bağırışları, coşkuları, kızgınlıkları seyrediyordu.
Ev sahibi takım gol atınca çıldıran seyircilerin etkisinde kalıp sahaya dönüp bakmıştı. Orada birbirinin üzerine atlayan futbolcular görmüştü. Hayatında hiç olmadığı kadar büyük bir uğultunun içindeydi. Yanında amiri belirivermişti nerden çıktıysa. “Rıza, tribüne dön, vazifeni aksatma,” diye ikaz etmişti. Bütün bu uyarıları maçtan önce defalarca yapmışlardı. Kesinlikle sahaya bakılmayacak, seyirci hep gözetlenecekti. Seyredenler seyredilerek güvenlik sağlanacaktı. Rıza şöyle bir gitti geldi. Hemen önüne dönüp, yere dayalı kalkanına sığınıp yukarıdaki çıldırmış kalabalığı gözetlemeye devam etti. Maç bitinceye kadar öylece durdu. Seyredenleri seyretti.
O gece çok yorgun gelip hemen uyuduğu için durumunu kavrayacak vakti olmamıştı. Sabaha karşı o rüyayı görmüş, karnındaki saati çıkaramadan uyanmış, bir daha uyuyamamıştı. Öylece yatakta yatarken “Aman Allah’ım, bu nasıl iştir?” diye kendine bile fazla gelen bir yaygara kopardı ki bu illet ona o gece bulaştı tam olarak. Binlerce kişi seyrederek eğlenmeye; o, binlerce kişiyi seyrederek vazife yapmaya gitmişti. Dört tane gol atılmıştı da dönüp bakamamıştı. Sahada taşkınlık olmamıştı, ama şimdi Rıza’nın seyirciye kapalı alanında bütün hayatını alt üst eden taşkınlıklar oluyordu. Üstelik güvenliği sağlayan organize bir kolluk kuvveti yoktu. Rıza sigara dumanlarının arasında varlığını sürdürmeye devam ediyordu güç bela. Rıza seyredenlere bekçilik yapıyordu. Sırtını döndüğü şey her ne ise, asıl seyredilmesi gereken oydu. Rıza ise dönüp bakamıyordu. Rıza uyuyamıyordu.
Stadın kapıları maçtan iki saat önce açıldı. Sabahtan beri ayaktaydılar. Şimdi de binlerce kişinin içeriye sağ salim ve kesici, delici, yakıcı alet edevattan arındırılmış şekilde girmelerini sağlayacaklardı. Öfke suç aleti sayılmıyordu. Rıza çok öfkeli insanların stada doluştuğuna bizzat şahit oldu.
Maçın ilk düdüğü çaldığında Rıza kale arkası tribününün önünde çoktan yerini almıştı. Vazifesinin kutsal olduğu bilincini filan takınarak sırtı sahaya dönük şekilde duruyordu. Bu seferki uğultu öncekilerden kat be kat fazlaydı. Öfke de fazlaydı nedense. Seyircilerin henüz seyredecekleri bir şey yokken bağırışlarını, öfkelerini, heyecanlarını görüyordu Rıza yağmurluğunun altından. Zira yağmur yağmaya başlamıştı yavaş yavaş, gittikçe şiddetini artıracağa benziyordu. Yağmur Rıza’nın üniforma olmuş yağmurluğuna da yağıyordu. Yağmur Rıza’nın bedeninin içinde kurumuş yerlere de yağıyordu muhtemelen.
Sonunda takımlar sahaya çıktı. Hakem seyredin beklediğinizi dercesine düdüğünü çaldı. Rıza uğultudan çalınan ilk düdüğü duymadı. Çalındığını kalabalığın çırpınışından anladı. Önünde durduğu tribün tuttuğu takımın taraftarlarının bulunduğu tribündü. Onları seyrediyor olmak azıcık dahi olsa mutlu ediyordu onu. Buna rağmen içinde sabah sonlanan her ne ise o hareket halindeydi. Sol eliyle tuttuğu kalkanı bırakacak oldu bir ara. İşte o ara babasının marangoz dükkanını gördü. Çam kokularını duydu, kavak ağaçlarının kerestelerine dokundu, ceviz kütüklerini kesince ancak farkına varılan rayihayı çekti içine. Oraya buraya uçuşan talaşlar vardı. Hatta gözlerini bile kıstı bu yüzden. Sonra hepsinin üzerine yağmur yağmaya başladı. Talaşlar ağırlaştı, uçamaz oldular. En son babasının başparmağı olmayan sağ eli silindi gitti. Onun yerine binlerce kişinin havada uçuşan elleri geliverdi. Dakika yirmi sekizdi ve ilk gol atılmıştı.
Rıza artık hiçbir şeyi toparlayamıyordu. Dönemediği yerde nelerin olup bittiğini görmek istiyordu. “Yüzümün döndüğü yer,” diye birkaç kez tekrarladı. “Madem seyirciyim,” dedi, “bari seyredilmesi gerekeni seyredeyim”.
Yavaşça döndü sahaya doğru. Yağmurluğunun baş kısmını sıyırdı ilkin. İşte orada futbolcular vardı. Gayet bilinçlice kalkanını yere koydu. Yanındaki arkadaşı “Rıza ne yapıyorsun, amir görecek” dedi. Rıza yan gözle bakıp hafifçe güldü arkadaşına. Ardından kalkanının üstüne bağdaş kurup oturdu ve maç seyretmeye başladı. Yüzünü döndüğü yerde ne olduğunu tam olarak bilmiyordu belki, ama o sıra açıp baksaydı karnındaki dijital saatin yerinde olmadığını görecekti.
Bırakalım da Rıza kendini seyretsin artık.