Perdenin gerisinden kurulan cümleler
Kafka bey, acının bütün romantik biçimlerinden bıkmıştır. Deyim yerindeyse “onlara aşktan bahsetmek kendisine bile anlamsız geleceği için” bir perde gerisinden hikaye anlatmayı tercih etmiştir. Büyük bir yazardır Kafka. Güzel bir adamdır. Kederli bir adamdır.
Çok modadır Kafka’ya çakmak. Çünkü onu bohem zanneder pek bir bilenlerimiz. Bohem, varoluşçular, bunalım edebiyatı, iç dökme, mırmırlanma gibi edebiyat eleştirisi açısından teknik, akademik ve fevkalade bilimsel cümleler zaman zaman Kafka için de kurulur. Bunun beni üzdüğü muhakkak. Zira sanatçıyı ne üzer? Anlaşılmamak diye hızlı bir cevap vereyim, düşünmeden pek. Kafka’yı anlamadılar demeye getirdim lafı böylelikle. Oğuz Atay’ı da anlamadılar. Anlamadan sevdiler. Kafka’yı anlamadılar ve sevmediler. Sevenleri de anlamadı. Beni de anlamadılar zaten. Anlamadan sevdiler. Anlasalar ve sevmeseler miydi, bu daha kötü değil mi? Ne bileyim? Belki de yanılıyorum. Atay’ı da anlayan var, anlamayan var, seven var, sevmeyen var, Kafka’yı da. Beni mi? Bu konuları ben öldükten sonra konuşalım lütfen.
Bir insanı öncelikle kendi tabiatı ama illaki çevresi, dini, ırkı, coğrafyası, yaşadıkları inşa eder. Bir sanatçı neyi anlatır?
Kafka’yı ilk okuduğumda bende pek bir etki uyandırmamıştı. Tepesinde koca bir hale vardı ve Kafka’nın herhangi bir eserini okuduğum zaman doğrudan entelektüel bir adama evrileceğim, gözlüklerim yuvarlaklaşacak, boynumda fular, ağzımda pipo bitecek zannediyordum. Çünkü çok ciddi bir karizması vardı edebiyat camiasının uzaktan görünen gölgeli aleminde. Ama yineleyeyim, uzaktan görünen gölgeli aleminde. Zira edebiyat camiasının içinde nefes alıp vermeye başladıktan sonra gördüm ki Kafka bey pek de sevilmiyor aslında. Kapalı, kasvetli, karanlık bulunuyor, ne anlattığının belirsizliği anlatımını kimilerine göre değersiz kılıyor.
Ama henüz işin o kısmında değildim, öğrenciydim ve Dönüşüm’ü okudum. Değişikti, biraz hüzünlüydü sanki, ya da ne bileyim. Evet ben dram seviyorum, eskiden daha da seviyordum. Adamın başına gelen, Gregor Samsa’nın yani, başına gelen, ne bileyim, çok kötüydü yahu ama sanki adam bunu hiç mesele etmedi, ne bileyim ailesi bile “Oha bu ne!” demedi, şaşırmadı. Pek hüzünlü değildi sanki. Hüzün böyle bir şey değildi sanki. Sonra araya zaman ve zamanı santim santim kaplayan bir sürü başka roman, hikaye, şiir girdi. Günün birinde Kafka’ya geri döndüm. Önyargılarımı bir kenara bırakarak yani tepesindeki haleyi yok sayarak. Okudum.
Kafka en sevdiğim yazarlardandır desem şimdi, bu sevgi ve saygıyı anlamlandırmam gerekir. Ama bu anlamlandırma işlemi için başka bir unsuru da işin içine katmak isterim. Mesela, yazar eseri inşa eder, eserleri de yazarı inşa eder. Bir insanı öncelikle kendi tabiatı ama illaki çevresi, dini, ırkı, coğrafyası, yaşadıkları inşa eder. Bir sanatçı neyi anlatır? Bildiğini ya da hissettiğini. Diğer diye söylenebilecek her şey bu iki unsurun içinde eriyip gider. O halde bir insanı yaşamı inşa ederse, sanatçı sadece bildiğini ve hissettiğini anlatabilirse, sanatçıyı eserleri inşa ederse, sanatçının yaşamı eserlerinde gizlidirse, oradan sızar ise... Kafka’yı anlamak için onun ne bildiğine, ne hissettiğine bakmam gerektiğini hissettim. Ama dikkat, bunu düşündüm çünkü en saf halinde kendisini, öz hakiki Kafka’yı içinde barındıran eserlerini okuyuşum bittiğinde aslında içten içe onu anladığımı biliyordum.
Ama anladığım bu şeyi bildiğimiz hayat ile eşleştirmem gerekiyordu. Bir hayalperest olsam da, hayat, kurgudan daha çok başımı döndürüyordu (ya da kafama sıkıyordu). Bir insanın ne bildiğine ve ne hissettiğine bakmak için en işlevsel yöntem elbette ki hayatına, ne yaşadığına bakmaktı. Söz konusu sıradan bir insan değil de bir sanatçı, yazar, şair, müzisyen ise elbette hayatından önce eserlerine bakılırdı ama ben zaten eserlerine bakıp gördüğüm şeyi anlamlandırmaya, aslında kendime kanıtlamaya çalışıyordum ya. Kalbini, ruhunu, zihnini, eğik bükük, karmaşık, kederli halini, kendisini gördüğümü düşündüğüm için anlamlandırmaya çalışıyordum ya. Hayatına baktım. Ama orada ne gördüğümden önce eserlerinde ne gördüğümü söyleyeceğim. Çünkü deha, yaşadığı sıradanlığın kendisini köreltmesine izin vermez, belki doğduğu kasabadan hiç çıkmadan ve en büyük acısı bahçesindeki çiçeklerin solması olarak bir hayat yaşar ama dünyanın en büyük acılarına şifa olacak cümleler kurabilir. Oluyor böyle şeyler.
Gregor Samsa tedirgin düşlerden uyandığı bir sabah kendisini devcileyin bir böceğe dönüşmüş olarak buldu. Bunu herkes biliyor. Ama en acısı mesela, Gregor Samsa’nın böceğe dönüşmesine ailesinin verdiği tepki. Şaşırmadılar. Çok acı. Gregor da içinde bulunduğu durumu anlamaya çalışmaktadır sadece, o durumda yapılması gereken neyse onu yapmaya çalışmaktadır öte yandan. Bu acı değildir. Yapılması gerekendir. Maalesef Kafkagiller herdaim yapılması gerekeni yapmak zorundadırlar. Hayatın devamı buna bağlıdır. Ama yapmazlar. Çünkü aslında hayatın devamı buna bağlıdır.
Dava bir roman, elbette herkes biliyor. Joseph K, bir davaya karışıyor. Dava ediliyor. Ona bir dava açılıyor. Ne desem, nasıl ifade etsem bilemiyorum. Dava var bir tane ama ne hakkında belli değil.
Suçlusun.
Öyle mi? Doğrudur. Peki suçum ne?
Bunu söyleyemeyiz.
Hımm... İyiymiş.
Şato. Varılamayan yer. Labirent. Çıkılamayan yer. İçi de bir dışı da bir.
Nihat Genç’in zihnime kazınan laflarından birisi var mesela, şimdi aklıma geliyor. Hayır; “Sadece yalnız insanların güçlü hikayeleri vardır,” değil. Şu; “Acının bütün romantik biçimlerinden bıktığımı biliyorum, sahtekarca olan çağırmaktır.”
Kafka bey, acının bütün romantik biçimlerinden bıkmıştır. Deyim yerindeyse “onlara aşktan bahsetmek kendisine bile anlamsız geleceği için” bir perde gerisinden hikaye anlatmayı tercih etmiştir. Misal Küçük Emrah, Acıların Çocuğu filminin final sahnesinde annesine doğru koşarken vurulduğunda kamera ağır çekim kayda geçer. Yavaş yavaş görürüz sahneyi. Bu, acının, trajik olanın henüz görüle gösterile etkileyiciliğini kaybetmeyeceği algı düzeyi için kendince bir estetiğe sahiptir. Ama mesela benzer bir sahneyi o sahnede yaşanan olayın hakikisini dört, beş, yedi kez görmüş ve buna şahit olmuş bir insan kayda almak istese, yavaş çekim yerine başka bir yöntem arayacaktır, zira değil ağır çekim, olduğu gibi sahneleme bile zihninde bir klişeyi inşa edecektir. Aslolan sahnenin etkisi olacağından o etkiyi artık o olayın kendisiyle anlatamayacaktır. Bunun için bir parodi, bir ironi, bir metafor, bir alegori inşa etmeye itecektir onu, göstermek istediği (aslında istemediği) acıdan kıvranmış zihni.
Mesela Oğuz Atay Selim Işık’ın anlatısına bunca mizahı bu yüzden koymuştur. Kafka da, “kayboldum kuytusunda yalnızlıkların” düzeyinde bir şarkı terennüm etmekten imtina etmesine sahip zihnini bu sebeple bir Şato inşa ederken bulmuştur. Anlatma, göster der ya modernistler. Acı çeken bir insanı acı çekiyordu diye anlatma, yüzündeki ifadeyle, bedeninin duygusal ya da fiziksel acıya verdiği tepkiyi ifadeyi tasvirle göster; kendisini o duygu durumuna sürükleyen olay örgüsünü yap, o duygu durumunu öncesi ve sonrasıyla resmet, okur senin demeye çalıştığını kendisi desin; “Acı çekiyor.”Kafkanın kurduğu anlatı evreni, “anlatma göster”in, olay ve olay örgüsünden tema ve gerekçeye çekilmiş hali gibidir. Kafka yalnızlığı anlatacaksa, yalnızdı diye anlatacağına yalnızlığı gösterecek şekilde anlatmayı da tercih etmeyip yalnızlığın bir alegorisini inşa eder. Zavallılığı göstermek için de yanı şeyi yapar. Dava’daki davanın gerekçesinin belli olmaması, tematik bir şeydir mesela; biraz ince ruhlu bir insanın daimi ve dinmeyen (ve dışarıdan bakan maddeciler tarafından sebepsiz zannedilen) huzursuzluğu gibi.
O sahnede yaşanan olayın hakikisini dört, beş, yedi kez görme meselesi de akılları karıştırmasın, dünya gündemi, haberler, belgeseller, ortadoğuda herhangi bir yere düşen bir bombanın haberinin anında bizim evimizin salonuna düşmesi, pleysiteyşının yeni sürümünün piyasaya çıkacağı günün gecesinde mağaza önünde insanların çadırlar kurup sıraya girmesi yani yaşadığımız şu hayat, çarpık, acayip, korkunç renkli ama kanrevan, şatafatlı ama güdük hayat, bu hayata hem şahit olup hem ucundan kıyısından bu hayatı yaşamak, azıcık duyarlı olup da aynı zamanda kafası da ortalamanın üzerinde çalışan herhangi bir insan için bir ruh mikseri işlevi görür. O yani. Hakiki keder değil.
Yukarıda şöyle bir şey yazdım hatırlarsanız; “Hayatına baktım. Ama orada ne gördüğümden önce eserlerinde ne gördüğümü söyleyeceğim.” Şimdi hayatında ne gördüğümü söyleme anı geldi gibi. Ama elbette söylemeyeceğim. Bilen biliyordur, araştırmak isteyen için ise wikipedia’da bile hayat hikayesi var (başına 0 koyularak), ama ben yazdıklarını mazur görmenizi rica eder gibi Kafka’nın yaşadıklarıdan, kederinden, çilesinden bahsedecek değilim. Daha neler. (Yok devenin nalı diye bir deyim var bu durumlarda söylenir.) Büyük bir yazardır Kafka. Güzel bir adamdır. Kederli bir adamdır. Kederini perdeleyerek edebiyatını kişisel dramından uzak tutmuş, tematik ve felsefi olarak ise kalbinin ve aklının içinde debelendiği burgacı, aslında atan bir kalbin ve düşünen bir aklın içinde debelendiği burgacı hikâyeleştirmiştir. Bu kadar basit. Ve bu, basit bir şey değildir.