O hikâyeyi anlatma çabası

Silvan Alpoğuz
Silvan Alpoğuz

Dünyayı Başlarına Yıkacağız’dan önce yayımlanmış bir de romanı bulunan Alpoğuz’un öyküleri birbirlerine bağlamadaki mahareti, romancı refleksinden kaynaklanıyor olsa gerek. Bu bağdaşık öyküler, yazarın anlatmak istediği büyük hikâyenin parçaları olsa da her biri bu bütünden bağımsız olarak da okunabilecek nitelikte.

Hemen bütün öykü yazarları şu soruyu düşünmüştür: “Niçin öykü yazıyorum?” Bu soruya birçok farklı cevap verilebilir: Eğlenmek için, vakit geçirmek için, tanınma arzusunun tatmini için, içinden çıkılmaz sorulara yanıt bulmak için, muhayyel bir dünyaya hükmetmek için... Cevaplar uzayıp gider. Fakat şu bir gerçektir ki; tüm öykü yahut kurmaca yazarları, kendi muhayyilesindeki dünyaya istemli ya da istemsiz, bilinçli ya da bilinçsiz hükmetme arzusundadır.

  • Geçtiğimiz mayıs ayında Dünyayı Başlarına Yıkacağız adlı ilk öykü kitabı yayımlanan Silvan Alpoğuz da bu durumu açıkça hissettiğimiz, bu durumun bilincinde olan yazarlardan. Kitaptaki on üç öykünün hemen tamamında yazarın günümüz dünyasının işleyişi ile bir problemi olduğu, bu işleyişi kabullenemediği, itirazını haykırmak istediği göze çarpıyor.

Bu yüzden de öykülerle alternatif bir düzen kurmaya, daha yaşanılası bir dünya imajı inşa etmeye çalışıyor. Hayalindeki dünyayı ise ütopya yahut distopya örneklerinde olduğu gibi abartılı ve hazır bir biçimde değil, sorunlara odaklanmış bir isyan sürecini konu alarak kurguluyor.

Silvan Alpoğuz'un Dünyayı Başlarına Yıkacağız eseri Ketebe yayınlarından çıktı.
Silvan Alpoğuz'un Dünyayı Başlarına Yıkacağız eseri Ketebe yayınlarından çıktı.

Tek bir öyküde bu hayalini ifade edemeyeceğinin farkında olan yazar, öyküleri birbirleriyle düğümleyerek okura daha büyük, daha detaylı bir hikâye sunuyor. Dünyayı Başlarına Yıkacağız’dan önce yayımlanmış bir de romanı bulunan Alpoğuz’un öyküleri birbirlerine bağlamadaki mahareti, romancı refleksinden kaynaklanıyor olsa gerek. Bu bağdaşık öyküler, yazarın anlatmak istediği büyük hikâyenin parçaları olsa da her biri bu bütünden bağımsız olarak da okunabilecek nitelikte. İktisadi ve sınıfsal eşitsizliklere eleştiri mahiyetindeki öykülerin en önemli özelliğiyse bahsi geçen eleştirinin insan faktöründen uzaklaşmadan, insanın ruhsal durumunu es geçmeden yapılıyor olması. Örneğin; tüm düzeni yıkacak bir isyan hazırlığı anlatılırken aniden bir aşk üçgeni, aldatılma ihtimalinin korkusu belirebiliyor. Ya da kentlerin mimari yapısının düşünme biçimine etkisi tartışılırken öykünün odağına bir babanın kızlarıyla olan ilişkisi yerleşebiliyor. Alpoğuz, öykülerinin çekirdeğini oluşturan eleştiri ve sorgulamaları ise gelişigüzel yapmayıp akademik metinlerden, felsefi görüş ve kuramlardan dayanak buluyor.

Öykülerdeki karakterler kimi düşünürlerin, profesörlerin, sosyal bilimcilerin görüşlerini tartışıyor, sözlerinden alıntılar yapıyor. Bu da James Wood’un Kurmaca Nasıl İşler adlı kitabında “skolastik kötü koku” olarak bahsettiği ve akademik metinlerin diline olanca ağırlığıyla çöken “şey”in –akademik metinlerdeki gibi yoğun olmasa da- öykülerde hissedilmesine neden oluyor. Yine diyaloglar üzerinden savunulan görüşler, karakterlerin idealleri ya da eylemleri öykülerdeki muğlaklığın dağılmasına, öykünün gri renginin açılıp beyaza evrilmesine neden oluyor. “Atalarımızın Sonbaharı” adlı öyküsünde geçen “Geçmişle yüzleşmenin en kötü yanı, olmuş olanlarla, bugünden bakınca olması gerekenleri aynı anda görebilmekti. Başından beri insanlığın duyduğu en katı ıstıraplardan biri şüphesiz bu eşzamanlılığın verdiği acıydı.” cümleleri, yazarın yalnızca dünyadaki adaletsiz düzen ile değil, kendi geçmişi ile de bir hesaplaşma içinde olduğunu açıkça gözler önüne seriyor. Tüm kurmaca yazarları gibi Alpoğuz da kendi kişisel tarihini, yaşadıklarını ya da yaşayamadıklarını yeniden kurgulayarak belki de bu eşzamanlılığın verdiği acıyı hafifletmeye çalışıyor.

Alpoğuz, öykülerinin çekirdeğini oluşturan eleştiri ve sorgulamaları ise gelişigüzel yapmayıp akademik metinlerden, felsefi görüş ve kuramlardan dayanak buluyor.
Alpoğuz, öykülerinin çekirdeğini oluşturan eleştiri ve sorgulamaları ise gelişigüzel yapmayıp akademik metinlerden, felsefi görüş ve kuramlardan dayanak buluyor.

Okunma kolaylığı ile öykülerin bölünmeden, bir solukta bitirilebiliyor oluşu dikkati çeken bir diğer özellik. Zoraki cümlelere boğulmadan doğallıkla akan öyküler, yazarın yazım esnasındaki doğallık ve rahatlığından kaynaklanıyor olsa gerek. Yazar, kendi tabiriyle klavyeyi at gibi sürüyor ve bu da okurun satırlar arasında kendini kaybedip sanki bir akıntıya kapılarak fakat boğulmadan rahatça öyküyü tamamlamasını sağlıyor.

Bir vakit gelir ve biri ortaya çıkıp bizim için anımsamamız gereken öğeyi bulur. Yoksa neyin değişmesi gerektiğini kim görebilir ki? Fikir tek başına nasıl yürür? Birinin çıkıp bir hikâye anlatarak dünyayı nasıl okumamız gerektiğini kulaklarımıza fısıldaması gerekir. Bir kişidir bu, çıkar ve değiştirir. Hepimizin bütün ince zevkleri, sonu gelmez okumaları, dalgınlıkla geçen akşam yürüyüşleri hep o bir kişinin olgunlaşması ve ortaya çıkması içindir!

Belki de “İsyana Çağrı Mukaddimesi” adlı öyküde geçen bu satırlar Alpoğuz’a öykü yazdıran esas itkinin özetidir. En nihayetinde yine aynı öyküde yazdığı gibi: “Biri çıkıp o anımsatan hikâyeyi anlatmak zorunda.” Bir isyan fitilinin kıvılcımı hikayelerle ateşlenebilir mi? Silvan Alpoğuz belki de bunun peşinde; evet isyan!