Kaybetme nostaljisi ya sonra?

Eda İşler’in ilk kitabı Kaza Süsü Dergah Yayınları’ndan çıktı.
Eda İşler’in ilk kitabı Kaza Süsü Dergah Yayınları’ndan çıktı.

Ceviz ağacı Kitaplar pek çok öykünün ana teması çünkü kahramanlar, yazarlar, görüşler yeniden üretiliyor. “Ceviz ağacı, Yedi Şubat, Acının İptali” öyküleri bazı şeylerin başka mekânlarda tekrar yaşandığını gösteriyor. Üç metin arasında bir ilişki de söz konusu. Gölgesi çok serin olan bu ağaç çok sevilir değil mi? Ama bu öyküler yüzünden biraz üzüyor.

Eda İşler’in ilk kitabı Kaza Süsü Dergah Yayınları’ndan çıktı. İçinde on dört öykünün bulunduğu kitap sıradanlıklar dünyasındaki kaybetmek, ayrılık ve yalnızlık üçlüsünün farklı hayatlardaki suretlerini sunuyor. Kaybetmek ise kendisini ayrılık, ölüm ve nefes alan hayatın içinde gösteriyor. Üç şey daha var: ceviz, vişne, nane. Kitabın kapağı kapandığı anda akılda kalanların bunlar olması, ilgili çerçeveyi çizdiriyor. Üçler, ya sonra? Her öyküde bir yıkım var. Yapım mı? Maalesef pek yok ve kitaptaki öykülerde karakterler ne kadar dağılıyorsa o kadar toparlanamıyor.

  • Eski sevdiğini gazete sayfalarında arayan bir koca, eski sevgili bulunursa bırakılıp gidilecek bir eş. Kadının duygusal dünyasındaki yıkım düşünülebilir, ama hissedilemez. Kadının yaşadığı sonraki yıkım, ölümü akabinde durumu alelade karşılayan kocasının hali.

Bir gariplik var gibi değil mi? Çünkü var, yazar karakterini öldürdükten sonra ardından yaşananları izletiyor, hatta anlattırıyor. Bu tekniğin adı var mı, düşünülebilir. Ama kitabın ilk öyküsü olan “Gazete Parçaları”, iki kere kaybeden adamın hikâyesi olmaktan çıkıp, iki kere kaybeden kadının hikâyesine dönüşüyor.

Eda İşler’in ilk kitabı Kaza Süsü Dergah Yayınları’ndan çıktı.
Eda İşler’in ilk kitabı Kaza Süsü Dergah Yayınları’ndan çıktı.

Ceviz ağacı Kitaplar pek çok öykünün ana teması çünkü kahramanlar, yazarlar, görüşler yeniden üretiliyor. “Ceviz ağacı, Yedi Şubat, Acının İptali” öyküleri bazı şeylerin başka mekânlarda tekrar yaşandığını gösteriyor. Üç metin arasında bir ilişki de söz konusu. Gölgesi çok serin olan bu ağaç çok sevilir değil mi?

Ama bu öyküler yüzünden biraz üzüyor. Neden mi? Gölgesinde sere serpe uykuya dalan bir babanın kehanete uğramasıyla oluşan silsile bir oğul, bir kardeş ve bir sevgilinin yitip gitmesine neden oluyor, sadece ölümle değil ayrılıkla da. Ceviz ağacı sanki bir darağacı hüviyetine bürünüyor. İnsanların hayallerinin iplerini acıyla kesiyor. Ya da ceviz ağacının getirdiği serinlik bu yazıyı etkilemiş olabilir. Bu yüzden ifade edilemeyecek duygu örüntülerinden şimdi/lik kaçılıyor. Oysaki insan öyküler bitince Nazım Hikmet’in “yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul’u. Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım” satırlarını haykırmak isterdi. Okuru, annenin sesinin hep mucize olarak görüldüğü bir satırı okumak mutlu ediyor.

Tabii ki öykünün konusu bu değil, ama o kadar yıpranmışlıkların arasına, yazarın tatlı sesler serpiştirmesi hoşa gidiyor. Bir babaya “gel” diye seslenen eşi ve çocuğunun neşeli olduğu varsayılan heceleri kulaklarda yer buluyor. Sonu her ne kadar üzücü olsa da insanın içi biraz ılıyor. Galiba insan küçük şeylerden büyük mutluluklar çıkarabilmeli, cümlesinin fiil kısmı gerçekten önemli. Mutlu edecek duyguların görüntülerini bulabilmek, anlatılan öyküleri daha inandırıcı kılabiliyor, mu? Çünkü hep ölenlerle yaşamıyoruz. Bir kere birileri bu yazıyı okuyor, değil mi? Bir bardak çay, ama naneli. Nane muhteşem üçlüden biri, onun buradaki yeri ise yeşili ve keskin kokusu ile özdeşleşen öyküde gizli ya da öyle hissediliyor. “Naneli Çay”, karakterin derdinin sembolik aracı oluyor gibi duyumsanıyorken, ana karakterin özellikleriyle karşılaşılıyor. Diğer öykülerdeki karakterlerin de özellikleri mevcuttur ama buradaki kadar net değil, galiba, ya da görülemedi.

Diyor ki Elif “benim için dünya, dokunarak ve koklayarak hissedilen bir yerdir.” Hissi bir kızım işte anla, mesajını veriyor. Evet öyküler mesaj içerikli. İşte bu hamle çok iyi derken, intikamın en sıcak yiyecek olması gerçeği, deli yaftası yiyen Elif’in sevdiği köyden ayrılıp artık yeşilin nane tonunu bulamayacağı, naneli çayın tadını eskisi gibi alamayacağı satırlarda okunuyor. İntikam almaya çalışan Elif’ten, yeşilin bin bir tonu ile bezeli köyden koparılmasıyla intikam alınıyor. Olay ne mi? Karşılıklı dövüş. Vişne. Gözü kendi yazdıklarında olan bir yazarın hikâyesinde yine aynı kaderle karşılaşıyoruz. “Başlık: Bir Hikaye”de yazar, bilindik bir öyküyü farklı bir tarzla anlatıyor. Bir yazar var ve karakterlerini karşısına alıyor, yazdıklarını onlara okutuyor. Karakterlerden gelen itirazları gülümseyerek dinliyor öykünün yazarı ve yine bildiğini kaleme alıyor. Aynı İşler gibi o da karakterlerini “eskimiş ve umudunu yitirmiş bir kavuşma fikrini” bir süre yaşattıktan sonra, hayatlarının ipini koparıyor.

Çocuğun adının Cem olduğuna karar verdim; çünkü bütün ilgisiz erkekler bir miktar Cem’dir.


Burada karakterleşen isimlerle karşılıyoruz. “Çocuğun adının Cem olduğuna karar verdim; çünkü bütün ilgisiz erkekler bir miktar Cem’dir.” Belki öyküdeki yazarın yalnızlık evhamından kaynaklanan hamleler, belki de eskiden çoook eskiden yaşanan bir şeyin birden asıl yazarın gözünde hareket kazanmasını, bir miktar vişnenin cömertçe ikram edilmesini sağlayabiliyor. Peki vişne ne? Reçeli ve suyunun mis gibi olup, özünün tuzla yenilmesi tavsiye edilen, bir de v harfi ile başlayan tek meyve. Bunun konuyla alakası, Nasreddin Hocanın göle yoğurt çalması. Oysaki bazı şeyler mutluluktan patlamış bir papatya gibi olsa ne güzel olurdu.

  • Kitabın farklı gördüğümüz noktası var, ya da var gibi gibi. Öykülerin sıralanışında belirli bir seçim söz konusu mu bilinmez ama okurken kasti yapılan hamleler hissediliyor.

Örneğin ilk öyküde ölen karakter gökyüzünden yeryüzünü seyrediyorken, “Bu, Ayhan’ı Üçüncü Kaybedişim”de asıl karakterin oğlu gökyüzünden yeryüzüne inip, farklı suretler içinde yaşamaya devam edebiliyor.

Bu öykü ayrıca bir sorgulama da yaptırıyor. Sevgi surette mi, suret sevgi de mi? Yoksa sevgi içimizde mi? Bu ve bazı öykülerde karşılaşılan geri dönüşlerin doğru yerlerde kullanılmış olmasıyla anlatım kuvvetleniyor. Dikkat çeken bir husus da yazarın tüm öykülerinde aynı üslubu ve dili kullanabilmesi oluyor. Kitabın tamamında bu noktada farklılık yaşanmaması takdire değer doğrusu.

Eda İşler: “Dostoyevski’nin anlamından çok hayatı sevmeliyiz, dediği gibi ben de anlatmaktan çok hikâyeyi seviyorum
Eda İşler: “Dostoyevski’nin anlamından çok hayatı sevmeliyiz, dediği gibi ben de anlatmaktan çok hikâyeyi seviyorum

Kurallı cümlelerin düzenli sıralanışı ve yer yer kesik cümlelerle süslenmiş olmasındaki intizam hoş. Kitaptaki öykülerin hepsine tabii yer verilmeyecek, zihinde belirginleşen noktalar üzerinden içinde ne anlatıldığı hakkında fikir sahibi olunması için yukarıdakilerin görülmesi burada yeterli. Çünkü gerisi kitap okunduğunda halledilecek meseleler. Çok merak ediliyorsa, aynı acı ve trajedilerin sergilendiği benzer sahnelere okuyucu olarak çıkılabilir. Ama yazar öykülerini bir şekilde yenilediğini hissettirecek kulp takmayı biliyor. Yani servis etme tarzında farklılık yapıyor, dikkat. Her şeyin yok olabileceği ve dünyanın cennet olmadığını okumaya hazır mısınız? Çünkü dünya kaybedenler kulübü ve öyküler “her şey, ayrılış çiçeğinden bir tutamla tatlılılaştırılmıştı” diyen Rilke’ye katılıyor gibi.