Herkes susunca kim anlatır hikâyeyi
Hikâyeyi; daima içine konuşan, daima içinden konuşan insanlar anlatıyor. Birinci tekil şahıs konuşuyor ama tüm hikâyeler neden birinci çoğul şahsı yani bizi anlatıyor? Ama öfkeli ama gölgeli ama karanlık ama acılı ama kadın ama erkek ama kör ama sağır ama Allah! Görüyor.
Kürşat Çelik'in ilk öykü kitabı Kara Hikâye, geçtiğimiz Eylül ayında Ketebe Yayınları'ndan çıktı. İçinde on iki öykünün yer aldığı kitap, "annemin ellerine ve babamın dizlerine..." ithafını taşıyor. Öyküler büyük bir soruyla başlıyor daima, rüyalardan uyandıran yâhut uykulara koşturan sorularla. Sonra cevapları da kendi etinde, kendi kelimelerinde, kendi dilinde arıyor hikâyeci. Biz de şahit oluyoruz tüm bu hikâyelere, kalbi isten kara, anlatmaktan kara, yazgısı kara, hikâyesi kara, ömrü kara, neredeyse bir gölgeye dönüşecek kadar kara, kapkara insanların apaydınlık gözlerine, apaydınlıkken kararan kalplerine bakıyoruz. Ve okuduğumuz bizim hikâyemiz, göz göze geldiğimiz de kendimiz. Denizler ortasında yitirdiğimiz de apartman içinde karşılaştığımız da biziz. Geriye kalan, hikâyemizi anlatırken sustuğumuz gibi, rüyalardaki dilsizliğimiz. Yıllar geçtikçe babasına benzeyen adamların, ölümle ve yitimle göz göze gelmiş çocukların, acıyı "kapkara, siyah bir alfabe"den okuyan kadınların hikâyesi bu anlatılan.
Hikâyeyi; daima içine konuşan, daima içinden konuşan insanlar anlatıyor. Birinci tekil şahıs konuşuyor ama tüm hikâyeler neden birinci çoğul şahsı yani bizi anlatıyor? Ama öfkeli ama gölgeli ama karanlık ama acılı ama kadın ama erkek ama kör ama sağır ama Allah! Görüyor. İlk hikâyesine "Hiçbir Şey Bilmiyorum" adı ile başlıyor Çelik. Bilinç yitimini, kahramanın edilgen babasına dönüşmesiyle güçlendiriyor. Saklanmayı, bilinir olmamayı, bir şey bilmemeyi istiyor burada, hikâye sahipleri. Hikâyenin saatle başlaması, saatle nihayete ermesi ve oğulun zamanla babasına dönüşmesi arasında büyük bir ilişki var. Zaman çağıl çağıl ilerler, akrep ve yelkovan akışı büyüler, saatler duvardan düşer, ellerimizden düşer ama hiçbir şey değişmez bu baş döndüren akış içinde. Zaman geçer biz babamız oluruz, saatler ilerler annemiz oluruz. Ve bir çocuk, çocukluğumuz mu kendi çocuğumuz mu, bize bakar, gözleri bir çift inci.
- Şairin dediği: Duyuyorsun derinde, küt küt toynak sesleri, gömüyorsun o çocuk, dönüp geliyor geri.2 "Gelenler Alevdi Ateşti İbrahim" adlı öykü kitapta dikkat çeken öykülerden sadece biri. Kalbimizden başlayan ve giderek parmak uçlarımıza, oradan dokunduğumuz her yere ulaşan, önce halıları, sonra perdeleri, sonra tüm Karagümrük'ü tutuşturan yangınlara şahitlik ediyoruz. Bizi nasıl yakıyorsa yaşamın karalığı, kalbimiz çatırdadıkça, kapkara bir duman bizi sardıkça, çevreledikçe bizi, daireye aldıkça bu kara yazgı; öyle yanıyor nesne eşya, halı, perde, duvar. Yangın kalbimize tutulmuş bir ayna. Bahanesi oluyor her şeyi yitirmenin. "Sen su dedin, deniz dedin, dalga dedin. Gelenler alevdi, ateşti İbrahim."3 "Bu Böyledir" hikâyesi şöyle başlıyor: "Her insan acıya doğar ama bazıları daha büyük bir acıya doğar."4 Zaten daha büyük bir acıdan başka nedir, kara bir yazgıyla yazgılanmak.
Bir çocuğun dilinden okuyoruz bu hikâyeyi. Sonra dünyadaki tüm çocuklarla göz göze geliyoruz. Çelik; yazgısı kara çocukları, babası soğuk dolaplara konmuş çocukları, abisi demir parmakların ardında kalan çocukları, babasının ışıklı, sesli bir arabayla götürüldüğünü gören çocukları, dedesi ölen ama en çok babası ölen çocukları, babası ölünce çığlık olan çocukları anlatıyor; onlardan biri olmayı başararak. Tüm bu hikâyeler anlatılırken, dil de hikâyenin rengiyle renkleniyor. Yer yer akan, yer yer susan, yer yer bekleyen, yer yer konuşan bir varlık oluyor dil; tüm bu öykülerde. Kitabın temasına ve tavrına uygun olarak yoğun diyaloglardan ziyade monologlar tercih edilmiş. Kendi kendine konuşur, kendi kendine bir hikâye anlatır gibi tüm anlatıcılar. En zorunu başarmak üzerine yola çıkıyorlar: kalbin karşısında, dilin aynasında cümle kurabilmek, hikâyeyi tüm gerçekliğiyle anlatabilmek derdiyle.
Özellikle, "Hangi Dua Kurtarır Şimdi Seni" öyküsündeki dil, hikâyenin kurucu unsurlarından. El oğlunun Sırma'ya vuran mermer elleri, Sırma'nın karnından çekmediği camdan elleri, acıyla söylenmiş kelimelerin bizi bulan elleri ve harflerin önce yere sonra eşyaya sonra duvara vuran elleri kuruyor hikâyeyi. Kapkara bir alfabeyle yazılmış kapkara bir yazgı Sırma'nınki. Çünkü "Yalnız ben ve Allah duyuyorduk bu sesleri."5 Kadın, yüzümün alı su ile arınıyor da, alların altından çıkan morlar ne olacak, diye soruyor, bir yandan da kadere dair sorular... Geçmiş zaman şimdiye bitişiyor anlatıcı tarafından. Kim bilir, belki de N. Abla, Sırma'dır zamanın bir yerinde. Sırma, N. Ablanın olduğu yere düşmüştür zamanın bir çağında. N. Abla, "Duayı saçlarının arasına koyunca ne derdin varsa kuş olup uçuyor." diyor. Sırma, yere düşüyor, üzerinde bir şey yok saçlarından başka. "Tam Üç Kez Sela Okundu" öyküsü kitabın dikkat çeken diğer öykülerinden.
Çocukluk arkadaşının ölüm haberini almasıyla belleğinde yolculuk yapmaya başlayan bir adamın hikâyesi. Ölüm burada, olduğu gibi, ansızın ama gizlice beklenilen, daima bir sonu imleyen, yaşamı anlamlı kıldığı gibi anlamsızlaştıran, ötekiler için anlamı neyse berikiler için de aynı anlama sahip bir olay. Bu öyküde ölüm haberi, çay içip tatlı yerken geliyor, nasıl da gerçekçi. "Annen, anneme demiş ki, abla ben sizde çay içerken oğlum orada ölüyormuş."6 Sonra, alışıyor insan, unutuyor ölümü ve ölüyü. Bu da nasıl gerçekçi. Resmen bir ayna tutuyor Çelik, "Böyle olmuyor mu sahi, bazı ölümlerle ölüp ertesi gün dirilmek değil mi tüm yaptığımız?" diye soruyor sanki.
Sesiyle beraber yitip giden Müşirler, duvar gibi sesiyle nasihatler veren Tufan dayılar, aşkların en güzeline saplanan şairler, cumaları gelmeyen babalar, bir yangının müsebbibi İbrahimler, aldatan ve aldatılanlar, vuran ve vurulanlar, mermer ellere direnen Sırmalar, hayat nedir sorusuna cevap arayanlar, durmadan iki yaka arasında gidip gelen vapurlar, daima hareket halinde otobüsler ve bitimsiz rüyalar, herkes haklıysa haksız olan kim diye soranlar... Tüm bu hikâyelerde, hikâye sahiplerinin hepsi haklı. Neticede, ne gelir ellerinden, insan olmaktan başka? Kara Hikâye'ye dair söylenecek çok şey var. Öyle görünüyor ki Kürşat Çelik; yaşam yaşadıkça, insan doğdukça, ölüm ete saplandıkça ve yazgılar karardıkça hikâyelerini anlatmaya devam edecek. Biz de onun sesini duyacak, hikâyesini dinleyecek ve yüreğinden geçenlere şahitlik edeceğiz.
- 1 Kürşat Çelik, Kara Hikâye, Ketebe Yay., 2020, s. 31.
- 2 Süleyman Çobanoğlu, Tamgalar, Ötüken Yay., s. 36.
- 3 Çelik, Kara Hikâye, s. 20.
- 4 Çelik, Kara Hikâye, s. 21.
- 5 Çelik, Kara Hikâye, s. 25.
- 6 Çelik, Kara Hikâye, s. 54.