Duyduk duymadık!
Bir usta-çırak ilişkisi ele alınmış gibi görülse de bakıldığında kuvvetli bir teknikle kurulmuş, ufak mistik unsurlarla bezenmiş, biraz da masal havası olan bu öykünün hem dil ve üslup hem de muhteva açısından diğerlerinin arasından sıyrıldığı aşikar.
Ekim 2020 itibariyle raflarda yerini alan Ferhat Notları, Ömer Çelik'in ikinci kitabı. Toplamda 15 öyküden oluşan kitap, bünyesinde kararsızlıklar barındırıyor diyerek söze başlamış olalım. Öykülerin genelinde ortak bazı imgelerle karşılaşıyoruz. İmgenin yanında ortak bir muhtevaya da hizmet eden metinler yok değil. Yazar olma sancısı çeken karakter, yazamama hâli, yazdıktan sonra yayımlatma kaygısı, dergicilik ve uğrunda çekilen çileler bir kümeyi temsil ederken; okul, öğretmen, öğrenciler, sınıf, akademi, tezler ve onların danışmanları ise diğer kümeyi temsil ediyor. Elbette bunlarla sınırlı değil fakat bu şekilde bir tasnif yapabiliriz zannediyorum. Bir de bunların yanında tanıdık bildik isimler sık geçiyor ve öykülerin karakter tablosuna ekleniyor: Borges, Zweig, Sait Faik, Arthur Conan Doyle gibi. "Gâvur İcadı" öyküsünde bulduğu bir sandık üzerinden anılarını hatırına getiren ve geçmişi irdeleyen bir karakteri okuyoruz. Bu öyküde de diğer öykülerde de okuru yorduğunu düşündüğüm bir hususla karşılaşıyoruz; o da fazla tasvir.
Uzun uzadıya betimlemeler, okura düşünecek bir şey bırakmayacak kadar açıklama yapmak, hikâye ne kadar sağlam olursa olsun anlatının zedelenmesine sebep oluyor diyebiliriz. Bugün de hâlâ çok tartışılan "hikâyenin nasıl olması" gerektiği ile ilgili bir şeyi kastetmiyorum aslında. Kurallara fazlaca uymak, klasik formun gerekliliklerini yerine getirmiş bir ürün ortaya çıkartıyor. Hikâyenin artık bir tür olarak ele alınmaya başlandığı dönemlerde yazılmış metinleri düşünelim. Metinde bahsi geçen her nesne, olay ve durumla ilgili bize şerh düşen yazar/anlatıcı aslında bugüne çok fazla seslenmiyor zannımca. Kitaba adını veren "Ferhat Notları", Heinrich Böll'den alınmış bir epigrafla başlıyor. Üniversitede bir akademisyenin odasında geçen bu öyküde Cenap Şahabettin'in Elhan-ı Şita'sı anılınca şiiri bir kez daha açıp okuduğumu söylemeden geçemeyeceğim. Nevi şahsına münhasır bir hoca ve öğrencisi üzerinden kurulmuş metinde akademiye dair çok küçük anekdotla da karşılaşıyoruz.
- Yine "Edip Melih Bey" isimli öyküde de danışmanıyla birlikte tezi için bir şahsiyetin peşine düşen akademisyen adayının hikâyesini okuyoruz. Bu öykülerde yazarın şüphesiz yerinde tespitlerde bulunduğunu söyleyebiliriz. Herkesin bildiği ama yalnızca zaman zaman dile getirdiği o "akademik jargon" kendini bariz şekilde gösteriyor. Kitabın açık ara önde tuttuğum öykülerinden biri oldu diyebilirim. Hayatın tam ortasından alınıp bu kitabın içine konulmuş derecede gerçekçi bir tablo aslında. Bunu da yazar kıvrak ve biraz da mizahi bir dille işlediğini görüyoruz. Bazı öykülerde 16 yaşında liseli ve öfkeli gençlerle karşılaşıyoruz. "Şam(piyon)" bunlardan bir tanesi. Okulda yapılacak olan bir futbol müsabakası üzerine kurulmuş hikâyede zaman zaman yerinde sahneler görsek de sirayet eden santimantal hava metne nüfuzu engelliyor. Retorik bazı kullanımlar, 16 yaşında bir erkek çocuğunun kurması mümkün gözükmeyen cümleler, kurgunun içindeki gerçekliğe de dayanarak, ara sıra görünüp kaybolan aforizmalar yine metinden uzaklaşmamızı sağlayan unsurlar olarak sayılabilir.
Biraz yukarda "öfkeli" tabirini kullandım. Bu ve benzeri birkaç öyküde karakterler muhakkak bir yerlerde kavgaya tutuşuyor. "Hırsız Var" öyküsünde de bankamatik başında baygın bulunan bir adamı o hale getireni adeta Sherlock karakterine bürünerek arayan mahalleliyi okuyoruz. Kavga, tıpkı hayatta olduğu gibi, metinlerde ritmi arttıran bir unsur. Gençlerin, çocukların, mahallelinin birdenbire kendilerini kavganın ortasında bulduğu kısımları zevkle okudum diyebilirim. Gelelim ikinci kısma. Yazar ve edebî bazı kaygılar. "Meclisten Dışarı", "Karakteristik Özellik", "Gerçek Yazar" gibi öykülerin ana eksenini edebiyat, yazın dünyası ve bu dünyanın bir şövalyesi olarak yazar oluşturuyor. Tıpkı akademik arkaplanın gözler önüne serilmesi gibi edebiyat camiasının da ifşasıyla karşılaşıyoruz. Hususi olarak "ifşa" kelimesini kullandım çünkü aslında yazardan editöre, genel yayın yönetmeninden imtiyaz sahibine, grafikerinden matbaasına kadar herkesin bildiği, düşündüğü, paylaşmaktan çekindiği düşünceleri bu öykülerde art arda okuyoruz.
Kibir örneğin. Edebiyatçı kibri ayan beyan ortada olan fakat ortaya koyduğu sanat münasebetiyle sümen altı edilen hususlardan bir tanesi. Yahut elinizde bir dosyayla yayınevinin kapısına dayandığınızda karşılaşacağınız muamele biraz da olsa tahmin edilebilir. Dergi çıkartan hevesli gençlerin yaşadıkları ekonomik sıkıntı, bir yandan bütün dünya insanlığına seslendiklerini zannederek yazdıkları yazıları kitlelere ulaştırma telaşları, seslerini duyurmanın yollarını aramak için kafa kafaya vermeleri gibi nüanslar incelikle yerleştirilmiş metne denilebilir. Santimantalizm, retorik, fazlaca tasvir yine bu öykülerde de görülmekte fakat bunlardan ziyâde değinilen "yazamama sancısı" öyküleri bir nebze aşağı çekmekte. Öyle ki ilham arayan, yazamamayı yazan yazar portresi, az evvel de söylediğim üzere bugünün hikâye anlayışına pek de hizmet etmemekte. Kitabın can alıcı öykülerinden olduğunu düşündüğüm "Son Dokunuş" ile sonlandırmak istedim yazımı.
Bir usta-çırak ilişkisi ele alınmış gibi görülse de bakıldığında kuvvetli bir teknikle kurulmuş, ufak mistik unsurlarla bezenmiş, biraz da masal havası olan bu öykünün hem dil ve üslup hem de muhteva açısından diğerlerinin arasından sıyrıldığı aşikar. Ferhat Notları ile Ömer Çelik, akademinin, edebiyat ortamlarının, liseli genç delikanlıların, mahallelilerin gerçeklerine dokunmuş ve onları hikâyesine taşıyarak okurun zihninde bu dünyalara yer açılmasına vesile olmuş diyebiliriz.