Çünkü biz öz-neyiz?
Ben Debet, yer tanrısı ile gök tanrısının oğlu. En azından bunu bilmek rahatlatırdı. Toprak boğarsa beni ya da ayaklarıma dolanır da yoluma engel olursa bir evim daha olduğunu hissetmek isterdim. Ama yeryüzündeki yaşamım boyunca bunu bilmeyecektim.
- Boşluk, ayrılık ve bekleyiş, biz buyuz.
Etleri yutuyordun anne. Yutup zaman içinde sindiriyordun. O ufaltıcı sessizlikte bir çığlıkla beni doğuracaktın. Elbette az ötemdeki çürümüş bedeni görüyor ve üzülüyordum ama aklıma mıhlanıp kalan biraz sonra doğacak olmamdı. Nefes almayı bu denli arzuladığımdan belki. Oysa sen hayatlarca yaşadın. Belli bir zaman sonra yalnızca sessizlik isteyen ihtiyarlar gibi sen de doğumlardan ve ölümlerden - çünkü ikisi de keskin birer düdük sesi - uzak durmak istiyordun. Ama olan oldu, ben düştüm rahmine. Yine de istemedin beni, hissettim. O kadar ki yalnızlığımdan kollarımı uzatıp o adamın cesedine sarıldım. Doğumum gerçekleşmeden evvel ölüme sarılıp beni incitmemeni umdum, anne. Toprağın altında, yani senin rahminde hem aidiyeti hissettim hem korktum. Önce başlıyor olmaktan, bilmediğim onca şeyden ve sonra deneyecek şansı bile bana vermemenden.
Ben Debet, yer tanrısı ile gök tanrısının oğlu. En azından bunu bilmek rahatlatırdı. Toprak boğarsa beni ya da ayaklarıma dolanır da yoluma engel olursa bir evim daha olduğunu hissetmek isterdim. Ama yeryüzündeki yaşamım boyunca bunu bilmeyecektim. Herkes ve her şey gibi kendimi açıklamaya başladığım ilk anlarımdaydım. Gözlerimi dünyaya yeni açıyor olmak bunu geciktirmeyecekti. Ölümün yüzünü seyrederek doğmak, ömürlerim boyunca gözlerimin bir sonu aramasına sebep oldu. Bir kere doğunca sonsuza dek yaşamaya mahkum kalacak olana ilk gösterilen şeyin ölüm olması içimi ikiye bölecekti daima. Elbette her şeyi bu netlikte idrak etmemiştim o an. Fakat hissettiğime eminim. Adamın etinin, nemli toprağın içindeki soğuk ve yorgun teslimiyetine dokunduğumda durup kendi varlığıma baktım. Ne gördüğümü bilmiyordum.
Karşımdaki gibi katı değildim bir kere. Onun çerçevesi bende yoktu. Çok farklıydım. İnsan olmak ister miydim gerçekten? Sırf ona sarılmama müsade etiği için belki de. Ya da gözüme çok zararsız gözüktüğü için, özeniverdim. Hemen oracıkta onun gibi bir şekle sahip kıldım kendimi. Daha genç ve sağlıklı olarak elbette. Ama öyle kalan cismimmiş sadece. Özümde yine yeryüzünde yaşayanlardan farklıymışım. Meğer bunu değiştirme kudreti yokmuş bende. Sonra korktuğum başıma geldi. Annemin rahmi daraldıkça daraldı. Toprak sıktı ve ölü adamla birbirimize yapıştık. Onun endişelenmesi gereken bir hayatı yoktu ama benim ödüm patlamıştı. Annem doğmama izin vermeyecekti. Belki de beni düşünüyordu. Yıkımlardan, kırgınlıklardan ya da kalbimi geliştiremediğim bir yaşam ihtimalinden beni korumaya çalışıyor olamaz mıydı? Nefesim kesilmeye başladığı sırada tuhaf bir şey oldu. Toprağın üstünden gelen hıçkırıklar duydum. Ve bir insanın ses çıkarması ne demek bilmeden bağırdım.
- Duymak, sese sahip olmak güçlü hissettirmişti. Ben de daha çok bağırdım ve beni duymasını umdum. Toprak iyice sıkıp ağzıma tamamen dolduğunda sessizlik içinde beklemekten başka çarem yoktu. Ne kadar bekledim bilmiyorum ama hıçkırıkların sahibi bana ulaştı ve oradan çıkardı. Üstü başı toprak içindeki kadın nefes nefese karşımda belirdiğinde dünyayla ve güneşle tanışmış oldum. Doğdum. İsmi Neris'ti. Bir hafta önce kaybettiği babasının cesedine tüm gücüyle sarılmış çıplak adama baktı. Soran hiçbir şey yoktu gözlerinde. Beni yoracak hiçbir şey yoktu. Onu sevmem, belki bu hâlinden belki de gördüğüm ilk kadın olduğu için kolaydı. Çünkü insanlarla yaşadıkça öğrendim. Yeryüzü erkekleri, kendilerini yormayacak kadını istiyorlardı. İnsan her şeyiyle zor varlıkken bunun sadece bir cinsinden basitlik ve sessizlik beklemek hiç mantıklı gelmese de uyum sağlamak adına ben de öyle yapacaktım. Hacmini, karşısındaki varlığın alanından yiyerek artırmaya çalışan her aciz gibi ben de kadınımı, gölgeme sıkıştıran bir adam olacaktım.
Babasının mezarından çıkmama yardım etti. Sonra yeniden toprakla örttük üstünü. Orada dikilip bir şeyler mırıldandı, sonradan bu duaları bana da öğretecekti. Evine götürdü beni. Temiz kıyafetler ve taze ekmek verdi. O evden yıllarca çıkmayacağımı, o ekmeğe asla yüz çevirmeyeceğimi daha o gün hissetmiştim. Aşk mıydı peki? Aşk deyince gözleri parlıyordu insanların. Daha bir saygılı, daha itaatkâr sözler ediyorlardı. O hâlde dedim, inançla ilgili bir şey. Demek kutsal görüyorlar bunu. Kafamın almadığı, kusurlu insanların birbirini nasıl kusursuz sevecekleriydi. Lafını etmedim ama içimden sevgi demeyi tercih ettim. Yalnızca güzel bir bağ bu, karşındakinin ruhuna ve cismine sevgiyle bakabilmek işi. Fazlasını yapabildiğini iddia etmeye ne gerek vardı ki. Severken bile kendini tanrılaştırmaya çalışan insanlara evet, dedim. Aşıksınız ve aşkınız için her şeyi yaparsınız.
Muhakkak örneği olmayan bir sevgiye yalnız siz sahipsiniz. Neris aşktan ne umuyordu bilmiyorum ama diğerleri gibi abartmadığını seziyordum. Çünkü benden verebileceğimden fazlasını istemedi hiç. Babasının mezarından çıkan bu adamı sessiz sedasız sevdi. Ben insanı ilk Neris'le tanıdım. Güçlü yanlarını, nelere muhtaç olduklarını gördüm. Tabii diğer insanlarla da tanıştım bir bir. Neris'te olmayan çirkin huyları da gördüm böylece. Sonra dönüp daha sıkı sarıldım ona. Yıllarca her şey yolunda gitti. Küçük kulübemiz, komşularımız ve evliliğimiz. O eve gelişimin sekizinci yılındaki acımasız geceye dek. Sabaha az bir vakit kala uykum olmadığı için evden çıkmış, yolun üstündeki kayalarda oturmuştum. Gökyüzünü seyrediyordum. Yıldızların kendinden emin noktalarına imrenerek baktım. Duracağı yerin belli olması, varlığa huzur dolu bir hayat vadediyordu şüphesiz.
- Birileri sen şurada dur, demiş ve minik yıldızlar heyecanla kapmış köşelerini. Onlarla konuşmaya başlamıştım. "Siz," demiştim. "Bizim başımızın üstünde süzülüyor ve manzarayı görüyorsunuz. Bana hak veriyor olmalısınız. İnsanların tuhaf hâlleri var, abartmadan yaşayamıyorlar. Hem çoğu hareketleri içgüdüsel hem de daha derin bir yanları var. Eğer sadece refleks dersek bu, dürüst olanlara haksızlık olur. Kendini zora sokup da doğru olduğuna inandığı şeyi seçen ve onu koruyanlar var. O hâlde insan tepkiseldir deyip geçemeyiz, tepkisellik dürüstlüğü felç eder çünkü. İkisinden de birer pay diyelim yıldızcıklar. Onlar hakkında ileri geri konuşuyorum diye kızmayın. Bu hakka sahibim çünkü onlardan değilim. Kim olduğumu sormayın, ben de bilmiyorum. Ama insanlardan daha güçlü bir varlık olmalıyım. Geceleri rüyalarımda sizinle beraber süzüldüğümü görüyorum ve biliyorum. Öyle ölmeyeceğim ben. Onlar gibi insan evladı değilim en başta.
Onların ölümle kucaklaşıp yok olduğu toprağın rahminden doğdum ben. Annem topraktır. Bir adamın erimeye başlamış bedenini görmüştüm doğarken. Hiçbir zaman öylesine çirkin olmayacağım. Çünkü hiçbir anne çocuğunun etlerini kemirmez. İstese de yapamaz." O gece yıldızlara ne kadar şey anlatmıştım hatırlamıyorum. Ama arkamda sessizce dinleyen Neris kulağıma eğilip fısıldamıştı: "Yani biz bir bedeliz öyle mi? Doğumlar ve ölümler birbirini dengeler. Sen doğasın diye ölüyor babalar? Senin gibiler doğsun diye öleceğim ben de o hâlde? Kendini babamdan ve bizden bu denli üstün görüyorsan bakalım senin ölümün nasıl olacak?" Sonra o güzel bilekleri hiç beklemediğim bir şey yapıp tüm gücüyle yüklendi omuzlarıma. Ses Neris'in sesiydi ama ben sivri kayalardan yola doğru düşerken arkamda duran gerçekten o muydu? Bana karşı eyleme geçen hakikaten benim sessiz karım mıydı?
*
Devamlı ayağım kayıyor ya da devamlı tükürüyordu gece beni. O kayalık boğazını temizliyordu. Neris arkamdan yaklaşıyor ve... Bilmiyorum. Sadece bir kuvvet beni uçurumdan yola atıyordu. Sürekli düşüyordum ve bu becerimi atalarımdan almış gibi mahirdim. Oysa onlardan olmadığımı başından beri biliyordum. Mutlak bencilliklerini. Bir başkasını görebilme yetisi iki defa verilmişken en çok görmeyenin insanlar olduğunu. Kayadan düşüp de taştan zemine yaklaşırken çoktan paramparça olduğumu biliyordum. Yalnız, rüyalarımdaki gibi güzel bir bölünmüşlük beklemiyordu beni. Işıl ışıl zerrelerden müteşekkil ve çarpsam da dağılıp tekrar bir araya geldiğimi gördüğüm, olur da benden alınır diye korkup Neris'e bile hiç anlatamadığım büyülü rüyalarımdaki gibi değil.
Öyle hacimsiz, kalıpsız, hafif ama yine de bütünlüğünü koruyan varlığım bu dünyada etten ve kemikten ibaretti. Kanayıp yolu kirletecek, temizlense de tedirginliğini orada devamlı bırakacak bir bedene sahiptim. Tam gözlerimi kapayıp teslim olmuşken bir rüzgâr yönümü değiştirivermişti. Ayaklarımdan tutan iki gizli el, baş aşağı hâlde göğe doğru çekmişti beni. Kafamı geri atıp Neris'e son kez bakmıştım. Gözlerinde kıvılcımlar vardı ve ilk kez gördüğüm bu öfkesi belli ki hiç dinmeyecekti. Bense ayaklarımdan kaldırılmış göğe taşınıyordum. Tüm hikâyemi anlayacağım ama bir adım ötesine gidemeyeceğim o âleme. Gök tanrısının oğlu Debet kabul ediliyor, evine dönüyordu nihayet.
*
"İnanmadan inandırmaya gayretli yürek, tüm yapaylığıyla yerden beş altı santim yukarıda. Aşağıya da yukarıya da aitliği yok, olamayacak da. Süslü kılıfıyla günler arasında bir hayaletten farksız süzülebilir ancak. Ve bu ceza olarak yetmez mi bir varlığa?" Göğün saklandığım köşesinde elime defterimi almış yazıyorum yine. Yukarıya çekilişimin ardından bir insanın, ömrünü tamamlayabileceği kadar süre geçmişken ve ben her geçen gün daha huzursuzken o haberin gelmesinden korkuyorum. Keşke ölümü tadacak bir fâni olsaydım. Neris gözlerini yumduğunda, ki biliyorum ihanet etti bana, evrenin olanca genişliği ve zamanın tanrılara sunduğu sonsuz cömertliği işkencemi başlatacak. O, şimdilerde muhtemelen ihtiyar bir kadın olan benim biricik sevgilim, toprağa karışırsa, benim doğduğum yerde ölürse bunu nasıl izah edeceğim kendime? Hıncımdan yazıyorum. Kendime, beni doğuran toprağa, göğe kaçıran babama, sırf Neris'in gözlerinde hatırladığım son bakıştı diye sürekli dövdüğüm demirlerden saçılan kıvılcımlara.
Yazıyorum ve mırıldanıyorum sessizce. Evrenin köşelerine dağılmış ve eksilmiş olanlara. İçimin elektrikli köşesinde, ufak şeylere heyecanlandığımda ve sevildiğimi gördüğümde mutluluktan can vereceğim diye korktuğum zamanları unutmamak için yazıyorum. Benim dövdüğüm kılıçlarla öldüren, inciten yiğitlerin akıttığı kanı bilip, o kanla tüm zayıflığımı örtebileceğimi umut ederek. Bir çocuk beni gökte görse, heybetime minik parmağını uzatıp hayret etse ve mesela annesi gülümsese çocuğun. Tanrıyı göğe hapsedemezsin kızım, dese. Ve tanrı büyüse çocuğun gözlerinde, benim gözlerimde aynı anda. O'ndan dileyeceğim şey her zaman aynı kalacak. Kalbimden dünyaya ait anılarımı almasını ve inceliklerimi kabalaştırmasını isteyeceğim. Her şeyin bir sebebi olmalı, inanıyorum. Ben bir insan etine bürünüp toprağın karnından neden doğduysam etrafımdaki her şey de durdukları noktalara o sebeple gönderildi.
- Çok uzun zaman yeryüzünde yaşamış olmak beni insan yapmaya yetmedi, yetmemeliydi de. Her varlık özünde olanı muhafaza etmez mi? Mesela gökyüzünde tozdan ve gazdan ibaret salınan yıldızlar var. Onları çok iyi tanıyorum çünkü çekicim onların anasıdır. Ben vurdukça boncuklar gibi etrafa saçılan bu toz kümeleri varlıklarını bana borçlular. Çekicimin kıvılcımlarıdır onlar. Neris'in bakışlarıdır. Bir toz yığınının kalbi de çoğu esaslı şey gibi merkezindedir. Çünkü mükemmel yönetimin her yere aynı uzaklıkta olma koşulu vardır. Tam ortada ama ayrı değil hiçbir zerreden. Onların içinde ve onlar için. İnsanı ayaklarından kendine raptiyeleyen yerkürenin çekirdeği mesela, tam ortada. Ama benim yıldızlarımla insanlar hayli farklılar. İnsanların içlerinde bir şey var. Ayaklarından toprağa mıhlanmışlar ama uçmak istiyorlar. Biliyorum, çünkü ben onların yakınında da hayat sürdüm.
Oysa çoğu varlık yerini yadsımaz, uyum sağlar, yaşar ve ölür. İnsanlar karmakarışıklar. Bir yandan toprak çekiyor onları ve zaruri olarak meylediyorlar. Öte yandan her yeri ve her şeyi kanatları altına alan o dış-içeridekinin çekimi var. Onları cismaniliklerinden sıyıran bir gücün çekimi, tüm hücrelerinden süzülüp içlerine karışıyor. Yer ve gök ayrı ayrı çağırıyor onları. İki yönlü kuvvetin bileşkesi üzerlerindeyken, birincisi -toprak diyelim- muhakkak varken ama ikincisi her şeye sızıyorken ve elbette baskın gelirken insanlardan seçim yapması beklendiğinde aslında dengedeki her varlığa göre hayli imtiyazlı duruyorlar. Ve ben yıllar geçtikçe eskiden küçümsediğim o fâniliğe imreniyorum. Devamlı kapladığım alan mesela, gözümü korkutuyor. İnsan bedenindeyken nefes almak için ciğerlerimi doldurup göğsümü kabartır, dünyaya şöyle bir efelenir, sonra geri incelirdim. Bir şeyi kazanır ama üç şeyi kaybederdim. O zaman tekrar kazanmanın ayrı tadı olurdu. Zarar verir fakat sebep olduğumuz şeyi görünce düzeltmek için en çok biz çabalardık.
Biz diyerek onların arasına katmak istediğim ben, artık biliyorum ki insanın en çok devam eden bir süreç oluşunu sevmişim. Hikâyesinin bilinmezlerle dolu oluşunu. Ayak tabanlarını birleştirdiğinde oluşan dalganın aslında yürüyeceği yolu gösterişini, adımlarının bir düşüş ve elbette bir tırmanış yaşayacak akışını simgeleyişini. Gece uzun bir ömür gibi sürüp gidiyor. Ve buna ikna olmak dışında kalan ihtimaller, direnmek ya da savaşmak, benim durumumda bir varlık için, ömürlerce devam ettirilemeyecek kadar zahmetli işler. Artık Neris'in ölmüş olduğunu kabul etmeliyim. Benim doğduğum toprağın, annemin onu sindirip tüketmeye hazırlandığını da. Neris'in beni bir zamanlar sevmiş olduğunu düşünüp teselli bulmalıyım. Demirimi dövüp saçılan kıvılcımlarda onun gözlerini yakalamalıyım. O ekmeğin tadını.
- 1 Italo Calvino, Bütün Kozmokomik Öyküler