Çevirmen diyor ki
Bu sıralar üzerinde çalıştığınız metin ya da yazarlardan bahseder misiniz? “Her çeviri yeni bir deneyimdir,” denir. Bizimle paylaşmak istediğiniz herhangi bir yeni bilgi var mı?
Sabri Gürses:
Ben uzun zamandır ne çeviriyorum, ne çevirdim sorusundan çok niye çevirdim, niye çeviriyorum soruları çevresinde düşünüyorum. Çevirdiğim şeylerin sayıca fazla olması, bunların benim dilime, benim onların diline birçok şey katmış olmasının da dışında, çevire çevire nereye geldim sorusuna dalmış durumdayım. Kuşkusuz bunun bir sebebi, kendime koyduğum sınır çizgilerinin dönüm noktasına, çeviri sanattır, çevirmen bir sanatçı olarak haklı yerini almalıdır ve sanatçı olarak geçinebilmeli, sigortası, ruh ve fizik sağlığı güvencesi, emekliliği olmalıdırı savunduğum dönemin uç noktasına gelmem; bu savın ötesine geçmeye ihtiyaç duymam.
Artık eskisinden daha fazla ağrıyor parmaklarım, belim tutuluyor, sandalyeden kalkınca sancıdan iki büklüm olup yığılacak hale geliyorum; yaş elli bile değil, otuz küsur yıldır masada, klavyenin başındayım. Bunun on yılı kendi edebiyatımla geçti; elde hışır hışır ve daktiloda tıkır tıkır şiirler, yenilikçi romanlar, öyküler yazdım.
Çağımın edebiyatını, telif, çeviri ve iki yabancı dilde orijinalden okudum, hayatımın büyük kısmı kütüphanelerde, kitabın olduğu yerlerde geçti; hangi şehre gittiysem kitabın kokusunu yakalayıp yerini bulmaya çalıştım. Yalnızlıkla, el yordamıyla diğer yalnızları buldum, beraber yalnızlığımızı artırdım. Sonra, babamın yoksuluz biz demesine karşılık yoksul değiliz biz desem de yoksul olduğumuzu kavraya kavraya, dil yeteneğimle hayatımı kazanmaya uğraştım. Yazdığımın, şiirin ve deneysel edebiyatın kazanç getirmesine imkan görmedim, beklemedim.
Rimbaud gibi kendi yazdığımı bir yana koydum, çalışmaya başladım. (Bu noktada bizim edebiyatımızdaki Rimbaud konuşmalarının en matrak yönüne dikkat çekmek isterim, bunu ilk yirmili yaşlarımda edebiyat tarihimizi meslekler yönüyle incelerken fark etmiştim; serseri Rimbaud’dan bahsedenlerin, esinlenenlerin, onu övenlerin hemen hepsi devlet memurudur.)
Ailemizde annemin babası tarafından matbaacılık geleneğimiz var; Çelikcilt Matbaası, Cağaloğlu’ndaki eski matbaalardan biriydi, 1940’lardan itibaren birçok kitapta izi var. Dedem Sabri Çeliker, Cağaloğlu Hamamı’nın yanında küçük bir dükkanla başlamış, işleri büyüdükçe onun kıyısındaki köşe binayı almış, ben doğduğumda, tipo ve ofset baskı yapan üç katlı bir matbaaydı orası. Çocukken teyzemin entertip makinesinin başında tıkır tıkır çalışmasını, harflerin kurşun kalıplara dökülmesini seyrederdim, bazen ben de o kurşun satırları alıp sayfa haline getirilmeleri için bodrum kata taşırdım. Kurşun kazanı fokur fokur kaynardı, işe benim yaşlarımda başlamış olan teyzem daktilo ya da el yazısı gelmiş kitapları akıl dışı bir hızla dizerdi kurşun havasını soluya soluya.
Okuduğum, tez yazdığım üniversitelerde iş beklemedim, çiçeğin balı varsa arısı gelir dedim.
1982’de dedem öldükten sonra, iki erkek kardeş iki kız kardeşlerine haklarını vermeden matbaayı sürdürmeye çalıştılar, büyük anlaşmazlıklar yaşadılar, tarihi matbaa binası satıldı, erkek kardeşler iki ayrı matbaayla işlerine devam ettiler, annem bir ofset makinesi alıp baba mesleğini sürdürmeye çalıştı bir süre, olmadı, babam işi üstlenmeye çalıştı ama ustalarla baş edemeyip sonunda kendisi ustası olduysa da o sırada lise sonda olan benim de pek destek olmamam sonucunda ailenin matbaacılık hattı bizde sona erdi. Kendi deyişiyle Seymenli çoban Sülü’nün oğlu babamsa, Bulgar muhaciri Süleyman dedemin onu ortaokula göndermeme kararı üzerine İstanbul’a kaçmış, barakalarda çalışa didine okumuş, getirip iki kardeşini okutmuş, Sahaflar Çarşısı’nda Arslan Kaynardağ’ın Elif adlı dükkanında, Tekin Yayınevi’nin sahibi Karatekin’in yanında kitapçılığı öğrenmiş, lisede tanıştığı annemle birlikte büyük bir sosyoloji ve Türkiye İşçi Partisi macerasına atılmış.
Ben yedi yaşlarında kendimi bildiğim sırada, beraber yazdıkları Dünya’da ve Türkiye’de Gençlik çalışmasıyla Yunus Nadi Birincilik Ödülü aldılar. Kitabı da Der Yayınları sahibi İbrahim Derbeder yayınladı. Ben onları yazar olarak tanıdım böylece ve sanırım gizliden gizliye onların yazarlığını, annemin öykülerini, yazılarını, babamın kitap içi notlarını, engin bilgisini, beraber araştırmalarını kıskanarak (Orhan Kemal Öykü Ödülü’nü aldığında doğru dürüst övmediğim için, kitabını biz bastığımızda, ben daha büyük bir edebiyat yapıyormuşum havasıyla yeterince sahiplenmediğim için affet beni anne, ama üç çocukmuşuz meğerse bir evde) kendime bir yön çizdim. Sonra matbaacılıklarını gördüm, sonra Sosyalist Yayınlar’ı kurdular birlikte. Annemin öğretmen maaşıyla doksanlarda yirmi küsur kitap yayınladılar, depo yoktu, dizgi, montaj, düzeltme evdeydi, basılan kitaplar, zaten şehir kütüphanesi gibi olan evin her yerindeydi, kitap paketleri yatak somyasıydı, oturma grubuydu evimizde.
İşte o evden çıkıp gittiğim okullarda, onlar sayesinde ben önce İngilizce, sonra Rusça öğrendim. Dört bir yanım kitap olduğu için de dille kitaptan başka bir şey yapılabileceği hiç aklıma gelmedi.
Şimdi, otuz küsur yıl sonra, İngiliz, Amerikan ve Rus edebiyatından çağdaş edebiyat eserlerini (Jonathan Lethem, David Foster Wallace, Ned Beauman, Kim Stanley Robinson, Elif Batuman, Shusha Guppy, Annie Proulx, Saşa Sokolov, Andrey Bitov, Andrey Belıy, Mihail Bulgakov, Yuri Oleşa, Fazıl İskender, Boris Akunin, Vasili Grossman, Vladimir Nabokov), bilimkurgu kitaplarını (Kim Stanley Robinson, Herbert G. Wells, Karel Çapek), çağdaş tarih, felsefe ve kuram kitaplarını (Joseph Campbell, Sanat ve Kuram Antolojisi 1900-2000, Sultan Galiyev, Slavoj Zizek, Jacques Derrida, Andrew Abbott, Matei Calinescu, Steven Pinker, Fredric Jameson, Solomon Volkov,Douglas Robinson, Yuri Lotman, Mihail Bahtin), 19. Yüzyıl klasiklerinin yeni ya da Rusçadan ilk çevirilerini (Aleksandr Puşkin, Mihail Lermontov, İvan Turgenyev, İvan Gonçarov, Lev Tolstoy, Fyodor Dostoyevski) Türkçeye kazandırdıktan sonra, hâlâ yenileri için çalışırken ne diyebilirim ki?
Redaktör, editör olarak çalıştığım yayınevleri sigortamı hiç yapmadı doksanlarda, ben de asi gençlik ruhuyla ihtiyacım yokmuş, bağımsızlık karakterimmiş gibi davrandım.
Okuduğum, tez yazdığım üniversitelerde iş beklemedim, çiçeğin balı varsa arısı gelir dedim. Çeviriyi günlük hayatın bir konusu ve bir tartışma alanı haline getirmek için dergi kurdum, yazılar yazdım. Rusça editörlüğünü bir iş olarak savundum, yazdırttım. Sağlık sigortası zorunlu GSS haline gelince, Çeviribilim adıyla yayınevi kurdum, çeviri tarihinden mizaha, Rus kültüründen nasıl çevirmen olunura dek uzanan kitaplar yayınladım, yayınladık dostlarla birlikte. Telifsiz klasik eser alanında çalışanları tehdit eden çeviri intihalciliğini ifşa etmek ve durdurmak için yayınlar yaptım, bunun bir akademik çalışma alanı haline gelmesine öncülük ettim. Elimden geldiğince meslektaşlarıma aracılık ettim.
Halk için çalışmaktan yorgun düşen annem ellisinde, babam elli altısında, bana öykülerini, maceralarını, yayınlarını, kütüphanelerini bırakarak gittiler; babam uyarmıştı beni, edebiyatla uğraşacaksan para kazanacağın mühendislik gibi bir mesleğin olsun, edebiyatla öyle uğraşırsın demişti, dinlemedim; annem çevirmen olma dedi, dinlemedim. Kendi inadımla farklı bir duruş yaratmaya çalıştım, elimden geleni yaptım, sağ olsunlar, okurlar sayesinde ailemi yaşattım. Şimdi, yeni çevirilerin içinde ve şafağında, çevire çevire, ağrıyan parmaklar ve bedenle, okura sadece bunu diyebilirim: Teşekkür ederim, çalıştım çabaladım, beni bu kadar yaşattın, sana hakkım helal olsun, sen de hakkını helal et bu çalışkana. Yeni ne yaparsam yine senindir.