Çevirmen diyor ki
Bu sıralar üzerinde çalıştığınız, yeni bitirdiğiniz yeni başladığınız metin ve yazarlardan bahseder misiniz? Her çeviri yeni bir deneyimdir her yeni günün olduğu gibi. Bizimle paylaşmak istediğiniz herhangi yeni bir bilgi var mı?
Selma Aksoy Türköz:
Bu sıralar Ketebe Yayınları için Edgar A. Poe’dan üç cilt olarak planladığımız öykü seçkisinin üçüncü cildi üzerinde çalışıyorum. Birinci cilt 2018, ikinci cilt 2019 yayım tarihli, inşallah üçüncü cilt için de 2020’yi planlanıyoruz bir aksilik çıkmazsa. Bu ciltte hangi öykülerin yer alacağı belirlenmişti önceden ama yoğunluktan yeni başlayabildim.
En son bitirdiğim çeviri, öykü olarak Post Öykü için çevirdiğim, İrlandalı yazar Billy O’Callaghan’ın “The Boatman” öyküsü. Bir de Muhayyel dergisi için W. Faulkner’in Ses ve Öfke’si üzerine yazılmış, Westfield State Üniversitesi’nden Rebecca Berezin imzalı makale çevirdim.
Kesinlikle katılıyorum, “her çeviri yeni bir deneyimdir”, yeni bir ders, yeni bir adım, yeni bir başlangıç. Yaptığımız çalışmaları öğrenme temelli yürütürsek ondaki heyecanın ve ciddiyetin devam edeceğine inanıyorum. Çünkü öğrenmek ciddi bir iştir, nefes aldığım sürece bitmesini istemediğim çok ciddi bir iş. Bilmediğimiz o kadar çok şey var ki. Ancak bir ömre yayılırsa azaltılabileceğine inanıyorum bilmediklerimizin. Çeviri bu anlamda bana çok şey öğreten bir süreç, o yüzden gittikçe bağlanıyorum ona, keşfetmek gibi bir şey.
Öykü yazarken de çok şey öğrendiğimi düşünüyorum. Geriye dönüp baktığımda altı yıllık öykücülük ve dört yıllık çeviri maceramda yazarken ya da çevirirken öğrenme ve keşfetme isteğiyle yola çıkmasaydım erken yorulabilirdim gibi geliyor bana, yaptığım çalışmalar bir temele oturmayabilir ve rutinleşirdi. Oysa şimdi çalışmamı bitirip son okumasını yaptığımda, bana öğrettiği şeylere bazen hayretle bazen mutlulukla baktığımda ne kadar vaktimi aldığı, beni ne kadar yorduğu birdenbire önemsizleşiveriyor, bu anlamda “işte şimdi değdi” dediğim çok olmuştur.
Beni çeviriye cesaretlendiren Cemal Şakar olmuştur.
Sizinle paylaşacağım, yeni olmayan ama benim yeni söyleyeceğim bir noktaya işaret edebilirim yaptığım çeviriler adına. Başlangıçta çeviri yapma konusunda tereddütlüydüm yani dört yıl öncesinden bahsediyorum hele öykü çevirmeye daha mesafeli bakıyordum. Beni çeviriye cesaretlendiren Cemal Şakar olmuştur. Sonrasında çeviri maceram kademeli bir seyir izledi. Hatırlarsanız ilk çevirilerim Post Öykü dergisinde yayımlandı, o zamanlar deneme ya da makale ağırlıklı çeviriler yapıyordum, öykü sonrasında geldi.
Öykü işin içine girince bambaşka bir boyuta evrildi süreç. Çünkü öykü çevirmek diğer türler gibi analitik yönü ağır basan bir formatta ilerlemiyor, işin içine duygu giriyor, soyutluk ön plana yerleşiyor bazen. Bu daha dikkat ve özen isteyen bir çalışma. Edebi çevirilerde esas, metni sadece motamot çevirmek değildir, bir çeşit duygu aktarımıdır okuyucuya, bu ilkeden hareketle yaptığım çalışmaların hem iyi çeviri olmasına hem iyi edebiyat olmasına özen gösteriyorum elimden geldiği kadarıyla, işin bu noktasında öykücülüğümden destek aldığımı söyleyebilirim.
Remzi Şimşek’in ilk öykü kitabı Borges mi Ben mi uzun bir aradan sonra tekrar basıldı. Birbirinden bağımsız gibi görünen fakat bakıldığında bir bütünü oluşturan on iki öykünün özeti sayılabilecek cümleyi, kitaba adını veren öykünün içinde bulduk: “Evet, birazdan anlatacaklarım aynen Borges hikâyelerinde olduğu gibi dehşetengiz ögeler barındırıyor.” Hakikaten kitaba hâkim olan bir dehşetengizlikten bahsedebiliriz.
Konuşan tablolar, gizli sandıklar, ülkenin en tehlikeli beş ihtiyarı, Keşmir yolu üzerindeki sarp kalede insanoğlundan farklı şekilde yaşayan Denberîler, bir sabah uyandığında damarlarında Borges dolaşan Türk Borges... Yazarın sinemaya olan hakimiyetini/ilgisini de bu metinler üzerinden okumak mümkün. Kullanılan dil metnin akıcılığını sağlarken; hikâyelerin sağlamlığı, zekice kurgu hamleleri, beklenmedik sonlar, karakterlerin kendilerine has oluşları okuyucuya zevkli bir okuma imkanı sunuyor. (Yelda Sözdemir)
Kadri Öztopçu’nun son öykü kitabı Kimsenin Bilmediği İnsanlar, Can Yayınları etiketiyle raflardaki yerini aldı. Kitap, “Kör Kuyularda”, “Kısa Bir Ara” ve “Kimsesiz Yollarda” başlıklı üç bölümden oluşuyor. Öykülerin geneline baktığımızda, karakterlerin ve hikayelerin toplumun kıyısından seçilmiş olduğunu görüyoruz. Bu kıyıdalık durumundan dolayı oldukça hüzünlü hikayelerle karşı karşıyayız.
Yine de bu hüzün, zaman zaman fazla ağırlaşıyor ve metinleri okumak güçleşiyor. Yorucu öykülerin ardından, “Kısa Bir Ara” bölümü imdadımıza yetişiyor.
Bu bölümdeki öyküler bir sayfayı geçmiyor ve okuma sürecini hızlandırıyor. Kadri Öztopçu, kimsenin bilmediği insanların hüzünlü ve derin hikayelerine daha yakından bakmaya davet ediyor bizleri. (Onurhan Ersoy)
Okurunu düş ile gerçek arasında gezdiren hikayelerindeki masalsı anlatımı ve eğlenceli dili ile kırmadan, incitmeden koşar adım çocukluğumuza götürüyor Küşlu Süveter. Bu keyifli bir serüven bazen de bizi çemberine alan yalnızlığın tarifini yapmaya çalışan ve bu yalnızlığı iliklerimize kadar hissettiren hüzünlü bir farkına varma yolculuğuna dönüşüyor.
Geçmişe özlemin, geleceğe umudun izlerini taşıyan, sımsıcak bir ses... Kendimizi bulma çabası. Naylon ayakkabıları, mahallenin delisi, örülen kuşlu süveteri, şehirler arası otogarları, ters dönen terlikleri ve küpe çiçeği ile sesini duyurmaya çalışan bir geçmiş var elimizde. Tanıdık gelen, aşinası olduğumuz bu atmosferin nakış gibi işlendiği öykülerde kuşların uçup gitmesiyle azalan umut, kuşların başka dallara konmasıyla yeniden yeşeriyor. Hem de kayıtsız kalınamayacak bir etkileyicilikle. (Uygar Atasoy)
Ömer Serdar’ın metinleri aslında iç içe geçmiş parçalı anlatılardan oluşuyor. Bu anlatılar çoğu zaman anlatıcının bölünmüş zihninden kaynaklanıyor.
Edebiyatta parçalanmış zihnin, farklı gerçekliklerin, bölünmüş kişiliklerin yetkin örnekleri var.
Ne var ki “bölünmüşlük” beraberinde birçok zorluk da getiriyor. Kurgusal bütünlük oluşturamamak, hikayenin yeterince işlen(e)memesi, anlatının gereğinden fazla kapalı veya açık olması akla ilk gelen zorluklar.
Bu açıdan bakıldığında Ömer Serdar zor bir işe girişiyor, tabii çıkan metinlere nüfuz edip edememesinde gizli kalıyor. (Ahmet Kırtekin)
Yedi öykü ile Erdoğan okuyucuları lirik bir atmosfere davet ediyor. Her sayfa bir evin odalarından biri gibi, yani her sayfanın kendine göre havası, yazılış tarzı var; nesir ya da nazım, italik ya da düz yazı, ya da merdiven basamakları. Farklı yazım tarzları ile karşılaşılsa dahi, her öyküde üslup aynı, bunu koruyabilmek büyük başarı. Aynı öyküde olan nazım ve nesir satırlar arasında geçiş yaparken okuyucunun uyanık olması gerekiyor. Çünkü kitapta cümlelerin başı ve sonu yok. Bir öykünün başı ve sonu var, tek nefeslik gibi görünen bu öyküler hafife alınmamalı. Doğa olaylarının anlatımının yoğun olduğu öykülerin satırları arasına saklanmış düşünsel bir derinlik hissediliyor. İnsanın duası ve şükrü olmasa ne işe yarayacağının sorgusu, okuyucuya yaptırılıyor. Betimlemelerle kurulu öyküler farklı söz sanatları ile karşılaşılmasını mümkün kılıyor.
En çok kişileştirme satır aralarında görülüyor; kestane ağacı ile sırt sırta verme isteği, yalnızlığı dahi göğsünde teselli edememesi, karıncaların dilinin çözülmesi, yağmurun anlaşılması, akşamın yumuşak koynu ve dahası. Bu kişileştirmelerden az buçuk çıkarılabileceği üzere öykülerdeki temaların en belirgin olanları şu şekilde; ayrılık, ölüm, yalnızlık, özlem, hüzün ve umut. “Ey hüzün yorgunluğu hepinize merhaba.” Evet umut, biten bir hayatı anlatan öykülerde dahi var. Çünkü yaşamın arkasından ölümü getiren hakikatin yaratıcısının kuşatıcılığının anlatıldığı satırlar yazılı: “Allah’ım, öyleyse bizi sen kuşat.” Öykülerdeki özlem ise en çok geçmişe; köye, dedeye, neneye, buram buram toprak kokan ovaya, gidenin arkasından beyaz mendil sallamaya. (Betül Sezgin)